A password will be e-mailed to you.

Bu yıl 31. kez düzenlenen Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde, daha önce “Abiye” isimli kısa filmiyle dikkat çeken ve çok sayıda ödül kazanan Doğuş Algün, festivalde ise ilk uzun metrajı “Ölü Mevsim” ile yer aldı.

Funda Eryiğit, Ece Yaşar, Erdem Şenocak, Tolga Tekin, Goncagül Sunar, Müfitcan Saçıntı ve Serkan Ercan’ın oyuncu kadrosunda yer aldığı “Ölü Mevsim”, İstanbul’un varoş semtlerinden birinde yaşayan Nimet ve Öznur adlı iki kız kardeşin mahalle baskısına karşı verdiği mücadeleye odaklanıyor. Nimet (Funda Eryiğit), yaşadığı trajik bir çocuk kaybının ardından İstanbul’un muhafazakâr mahallerinden birinde sıkışıp kalırken, ömrünü birlikte geçirdiği küçük kardeşi Öznur (Ece Yaşar) da aile içindeki bambaşka bir sırrı taşımakta ve kendi mücadelesini vermektedir.

Festival devam ederken, filmin gösterimi sonrasında yönetmen Doğuş Algün ve filmin yapımcılarından Burak Kaplan ile bir araya geldik. Her ikisinin de ilk uzun metraj projesi olan “Ölü Mevsim” filmindeki deneyimlerini ve Doğuş Algün’le ise sinema yolculuğunu, önceki filmlerini ve gelecek projelerine dair heyecanını konuştuğumuz kapsamlı ve keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Arzu Arda Deger: İsminizi neredeyse alınmadık ödül bırakmayan “Abiye” isimli kısa filminizle duymuştuk ama takdir edersiniz ki sinemacılar daha çok ilk uzun metrajlarıyla tanınır ve görünür oluyorlar. İlk uzun kurmacanız “Ölü Mevsim” festivalde yarışıyor. Ve biz de bu genç yönetmen, Doğuş Algün kimdir, sinema yolculuğu nasıl başlamıştır diye merak ettik.

Doğuş Algün: Eğitimim sahne sanatları üzerine, üniversitedeyken ev arkadaşım görüntü yönetmenliği okuyordu, benden de tiyatro oyunumu senaryoya çevirmemi istedi. Ben de hevesle yaptım bunu ve bir yönetmen arayacağımızı zannederken bunu benim yönetmem gerektiğini söyledi. Hiç set görmemiş biriydim ve film de ağır bir işti, dönem filmiydi. Kendimi yönetmen olarak sette buldum, serüvenim böyle başladı.

A.A.D: Ölü Mevsim”in afişini gördüğüm an çok etkileyici bulmuştum ve henüz konusunu okumadan içimden bir ses filmin, afişin hissettirdiği sıcaklığın ve güzelliğin tam tersi yönünde olacağına dairdi. Çarpıcı bir yüzleşme ya da fazla kasvetli bir hikâyeyle karşılaşacağız düşüncesindeydim. Pek yanılmadım da. Mesela “Sıcak Yatak” ismi de erotik bir film çağrışımı yapıyor ama bambaşka bir şey anlatıyorsunuz orada. Ters köşe yapmayı seviyorsunuz sanırım.

D.A.: “Sıcak Yatak” için ilk kez bunu duymuyorum, haklısınız; Afrikalı göçmenlerin aynı yatağı, günün farklı saatlerinde paylaşmasını ve dolayısıyla yatağın hiç boş kalmamasını ve soğumamasını anlatıyor. Afiş bunları düşündürtüyor olabilir ama pastel renkleri ve tonların seçimi farklı duyguların harmanladığını da hissettiriyor bir yandan.

Burak Kaplan: Ben burada bir şeyler ekleyebilirim. Pelin Özyol’un ilk afiş tasarımı bu aslında, çok yetenekli bir grafik tasarımcı kendisi. Filmin içinde de tematik olarak geçen çiçek referansı var, Pelin oradan yola çıktı. Sizin de dediğiniz gibi ilk bakışta sıcak bir dünyası var gibi ama dikkatli bakılırsa o çiçeklerin yavaş yavaş kurumaya başlamış olduğu görülür; posterde bu kontrast var.

A.A.D.: “Ölü Mevsim”in senaryosunu Selen Örcan’la birlikte yazdınız. Fikrin ortaya çıkışını ve gelişimini anlatır mısınız?

D.A.: Yaşadığınız anlara, deneyimlere “film olabilir” düşüncesiyle bakmaya başlıyorsunuz. Yine o anlardan çağrışımla bir hikâye tasarladım, bunu Selen’le kaleme aldık ve hikâye bambaşka bir yere evrildi.  Tabii uzun yıllara yayılan yazı, iyice pişti, sonra dramaturgumuz Mert Uslu sürece eklenince onun da büyük katkıları oldu. Giovanni Robbiano da senaryo danışmanlığımızı yaptı, uzun uzun bloklar değiştirdik. Altı yıl süren senaryo aşaması sonrasında ilk günkü taslakla son taslak arasında neredeyse hiçbir bağ yok.

“Ona Reddemeyeceği Bir Teklif Yaptım!”

A.A.D.: Yapım aşamasında ikinizin (Doğuş Algün – Burak Kaplan) bir araya gelişi nasıl oldu?

B.K.: Doğuş’la sanıyorum 2017 yılında tanıştık. Onun kısa filmi “Abiye”nin festivalleri dolaştığı bir zamanda benim de bir kısa filmim vardı, kısa film festivallerinde karşılaştık. Doğuş, filmi için yapımcı arıyordu, bakanlık bütçesi çoktan çıkmıştı projesi için. Beraber çalışmayı teklif etti ama ben önce tereddüt ettim çünkü yapımcı değildim, akademisyenim. Bir süre değerlendirdim, aslında beni Doğuş ikna etti.

D.A.: Burak’la yapımcı arıyorduk ve aradığımız yapımcıya dair bazı istediğimiz özellikler vardı. Görüştüğüm yapımcılar istediğim gibi olmuyordu. Şöyle olmalı, şu özellikte olmalı derken nasıl birini aradığımızdan emindik ama bir türlü bulamıyorduk. Sonra bu kişinin çok uzağımda olmadığını fark ettim ve “ona reddemeyeceği bir teklif yaptım!”

B.K.: Yaklaşık dört yıldır da birlikte çalışıyoruz.

“Memnuniyetsizlikler Çağı”

A.A.D.: Filmdeki herkes mutsuz ve belli ki iletişim sorunu yaşıyor. Tolga Tekin’in canlandırdığı din hocasının “memnuniyetsizlikler çağı” diye bir repliği var. Bunu sadece Türkiye’ye yahut kendi toplumumuza yöneltmiyor, dünyanın bir sorunu gibi görüyorsunuz anladığım kadarıyla.

D.A.: Evet.

A.A.D.: Mutsuzluğumuzun sebebi iletişimsizlik mi? Neden mutsuzuz ya da memnuniyetsiz durumdayız?

D.A.: Filmde geçmiyor ama senaryoda var, o karakterin ismi Rıdvan Hoca. Sadece bir din adamının ağzından çıkan bir replik olarak düşünmemek gerekiyor. Her şeyi çağlara yayarak anladığımız bir dönemdeyiz ya, “memnuniyetsizlikler çağı” derken, belki son 100 yıldır, 120 yıldır insan duyguları bakımından memnuniyetsizliğin varlığının olduğunu  hissediyorum. O replik daha yakın dönemi temsil ediyor gibi tınlayabilir ama değil. Geçmişe yönelik okumalar yaptığımda o zamanki insanların yaşamdan keyif almalarıyla, bizim şu dönemde yaşamdan keyif almamız çok farklı. Biz bir simülasyona dönüşmüş gibi, yaşamdan keyif alıyormuşuz gibi zannederek keyif alıyoruz. Hocanın o repliğiyle buna çağrışım yapmak istedik.

“Konuşulması Gereken Şeylerin Konuşulmadığı Bir Ev Orası”

A.A.D.: İletişimsizlikle olan bağına da bir vurgu yok mu sizce?

D.A.: Evet doğru, haklısınız var. Ben repliğe takıldım biraz. İletişimin algısı da değişti; uzun zamandır görüşmemiz, aynı evi paylaşmamız, evli olmak, kardeş olmak, yakın arkadaş olmak iletişimsizliği çözmüyor ya da böyle bir sorun yaşamayacağımızı göstermiyor. Bir tatil beldesinde tanıştığınız yeni birine de içinizi rahatça, özgürce dökebilirsiniz, daha iyi bir iletişim kurabilirsiniz. “Ölü Mevsim”e bakarsak, bizim evimizde iletişim yok. Ya da az vardı/kendilerine has vardı diyeyim.

B.K.: Doğuş ve Selen senaryo yazarken bunu çok tartıştık aramızda. Konuşulması gereken şeylerin konuşulmadığı bir ev orası. Kritik gerçeklerin yerine başka şeyler konuşuluyor. Herkes bir şey biliyor, hissediyor ama ifade etmiyor.

“Seyircinin Görmek İstediği Yerleri Göstermiyorum”

A.A.D.: Öznur ve Faruk arasında olan olaydan sonra karakterler arasında zincirleme yaşanacak bir “şüphe” duygusu etrafında ilerleyeceğimizi düşündüm, hikâye bu yöne evrilebilirdi de. Siz de düşündünüz mü bunu, düşünüp vazgeçtiyseniz sebebi neydi?

D.A.: Evet, evrilebilirdi ama filmi şüphe duygusu üzerine kurmayı düşünmedik. Şüphe, çok tekil bir his gibi geliyor bana, sadece o karaktere has sanki. Biraz önceki soru gibi, ortada bir iletişimsizlik olduğu için açığa çıkmaz bir hale geliyor, Öznur karakteri bunu paylaşmıyor bile. Kulağa garip gelebilir ama filmin içinde ablasıyla durumu paylaşmaması çok normalmiş gibi görünüyor.

A.A.D.: Öznur bunu paylaşabilirdi aslında ablasıyla. Çalışan, lafını da esirgemeyen bir kız. Niye paylaşmadı?

D.A.: Neden paylaşmadı acaba? Acaba ablasıyla eskisi gibi olmamaya mı başladı? Öyle mi hissetmeye başladı? Ben öyle hissediyorum çünkü.

BK: Bu olay aile içinde yaşanıyor ya, ne olduğunu  tam da bilmediğimiz, görmediğimiz o karanlık gerçek…

A.A.D.: Görmedik ama ne yaşandığını biliyoruz ya da hissediyoruz.

D.A.: Hissediyoruz, evet net ama biraz seyircinin zihninde tasarlanmasını istediğim bir şey bu. O anı gösterseydik bir esprisi kalmayacaktı. O anı görmemiş olmamız farklı anlamlar da yaratıyor. Bir cinayet videosu izlerseniz öfke, nefret gibi duygular oluşabilir ama sadece haberlerde “bir cinayet işlendi, iki kişi öldürüldü” diye bir cümle kurulursa duyar geçersiniz, etkisi o kadar büyük olmaz. Hiçbir büyük anı filmde göstermemeye çalıştım. Seyircinin görmek istediği yerleri göstermiyoruz diyebilirim çok da fazla spoilera girmeden.

A.A.D.: Filmin finali de olabilecek bir sahne var: Öznur’un odasında çiçeği bardakta suyun içinde gördüğümüz yer.  O çiçek daha önce kırıktı, suda toparlandı. Öznur için bir umut mu vadediyor bir yanıyla?

D.A.: Bana final gibi gelmiyor orası, yani evinizin sokağına geldiniz ama henüz evinize girmediniz diyeyim. Eve girmek gerekiyordu, buna ihtiyacımız vardı. Öznur sonrasındaki evi görmeye, o evi Öznur’suz görmeye, Nimet’in yeni halini görmeye ihtiyacımız vardı. Çiçek için de şunu diyebilirim, zaten film içinde bir replikte de geçiyor, “Yerini severse açar” diye.

A.A.D.: Son dönemin başarılı ve popüler isimlerinden oluşan bir castı var filmin, oyuncu kadronuzu belirlerken neleri önemsediniz? Bir karakteri yazarken oyuncusunu da düşündüğünüz oldu mu hiç? Ya da şöyle sorayım: Hayaller ve gerçekler ne kadar örtüştü?

D.A:. Yazarken oyuncusunu düşünmüyorum hiç. Hayaller ve gerçekler büyük bir oranda örtüştü, hatta fazlasıyla gerçekleşti.

B.K.: Bulut Reyhanoğlu vasıtasıyla Harika Uygur’la tanıştık. Biz kendisini birkaç görüşme sonrasında ikna edebileceğimizi düşünürken ilk görüşmede projeyi çok sevdi ve cast direktörlüğünü kabul etti; hatta filmin ortak yapımcılarından biri. Önce Nimet karakterini buldu, isimler önerdi ve Funda Eryiğit’te karar kıldık.

“Bağımsız Filmin Finansman Sorunu Yaşadığı Bir Gerçek”

A.A.D.: Funda Hanım da yapımcılardan biri.  

B.K.: Funda’yla tanışıp projeyi konuşmaya başladığımızda, o da etkilendi senaryodan ve işin içinde olmak istedi, Doğuş’la da kimyaları tuttu. Bağımsız filmin finansman sorunu yaşadığı bir gerçek; dolayısıyla Harika ve Funda gibi sektörün bilinen  isimlerinin yapım tarafına da destek vermeleri çok kıymetliydi. Biz mutluyuz onlarla çalışmaktan.

A.A.D.: Setteki Doğuş Algün’den bahsedelim istiyorum biraz, oyuncu-yönetmen ilişkinizden. Çok prova alır mısınız, istediğiniz oyunu alana kadar tekrarlı mı çekersiniz? Birebir senaryoya mı bağlısınız yoksa oyuncunuza da alan açar mısınız?

D.A.: Set için 3 haftalık bir program yaptık. Senaryomuz çok uzundu, ilk hali 167 sayfaydı, sonra düşürdük ama yine uzundu. Haliyle uzun bir prova süreci geçirdik. Bu provalar sırasında ufak tefek revizeler oluyordu senaryoda. Provada özgür bırakıyorum tabii ki ama burada düzeltmek önemli benim için çünkü bir sahnede yapılacak değişiklik daha sonraki sahnelerin akışında da değişiklik yapmayı gerekli kılabiliyor. Bunu sette değil masa başında halletmek daha kolay.

“Yüz Kere de Çeksek, Yüzünde de Ece Latifaoğlu’yla Çalışırdım.”

A.A.D: “Ölü Mevsim”in kadın görüntü yönetmeni var, Ece Latifaoğlu. Kadınların, teknik departmanlara olan ilgisi ve buradaki görünürlüklerinin son yıllarda artması beni çok mutlu ediyor. Filmin kamera arkasına ait bir video izledim, kendisi kamera seçiminden, bunun teknik avantajlarından söz ediyordu. Film öncesi ve set aşamasında görüntü yönetmeninizle olan paslaşmanız nasıldı? Filmin kamera dilini nasıl belirlediniz?

D.A: Ece’nin kadın olması önemli elbette ama yetenekli bir görüntü yönetmeni olması, iyi bir insan olması çok önemliydi. Hazırladığı dosyayla projeye muazzam bir katkısının olacağını hissettim. Bir de benim için görüntü yönetmenliği departmanı, birçok şeyi omuzlamasını da beklediğim bir departman. Bu, benim omzumdan yük alsın gibi değil, onun da omuzlarında en az benim kadar yük olsun istediğim bir departman. Ece, hem sahada hem post’ta çok çalıştı, benden çok çalıştı. Ön hazırlığımız kusursuza yakındı, sete çıktığımızda ne yapacağımızı zaten biliyorduk. “Şöyle çekseydik daha iyi olurdu.” dediğim bir şey yok; yüz kere de çeksek, yüzünde de Ece Latifaoğlu’yla çalışırdım.

A.A.D.: Filmlerinizin kurgusu da size ait. Kurgu bilmek bir filmin pek çok alanına hakimiyet gerektiriyor; dekupajından ortam sesine kadar bilmeyi gerektiren ve bir yandan masaya oturmadan iş yükünü hafifletmeyi sağlayan avantajları da var. Bu hakimiyeti seviyor musunuz? Kurguyu bu alanda uzman başka bir isme teslim etmez misiniz?

D.A: 150 sayfanın hepsini çektik, dedim ki ben şu filmi bir göreyim. Üç buçuk saatlik bir şey çıktı ortaya! Planımız sonrasında bir kurgucuyla çalışmaktı. Filmi daha iyi çalıştıracak manevralar denemeye başladık, birkaç kişiyle görüştük ama verimli olmadı bizim için. Burak’la dedik ki “ben bir şeyler yapayım, Arda Karaböcek (kurgu danışmanımız) bir şeyler önersin.” Bir de kurgu asistanımız var, Mert Uymaz; hep beraber kafa kafaya verip yaptık diyebilirim. Evet, (jenerikte) benim adım yazıyor ama kurguyu birlikte yaptık. Film için “çok uzun, atmaya kıyamamış” diyorlar ama 3,5 saatlik filmden bu kadarını atabildim, neredeyse içinden bir film daha çıkardı.

B.K: Doğuş  direnç gösteren bir yönetmen değildi. Burası işliyor mu, burayı bağlayabiliyor muyuz diye hep tartıştık.

A.A.D.: “Abiye” bir vicdan ve yüzleşme filmi; hak/haksızlık teması üzerinden yol alırken karakterin kendi vicdanını sorgulamasını izliyoruz. İlk uzun metraj belgeseliniz “Sıcak Yatak”ta Tarlabaşı’nda yaşayan Afrikalı saat satıcılarının yaşadığı zorlukları anlatırken seyircinin vicdanını sorguladığınızı düşünüyorum. “Ölü Mevsim”de ise abi-kardeş ilişkisinde miras üzerinden yine bir hak teması işleniyor. Vicdan, hak görebildiğim kadarıyla önemli bir tema olarak öne çıkıyor filmlerinizde.

D.A: Evet, şu an için içgüdüsel olarak denk düşmüş diyebilirim. Özellikle vicdan teması üzerine bir hikâye yazayım demiyorum ama insanın vicdan muhasebesi, dış görünüşündeki kişiliğinden daha farklı; gece kafasını yastığa koyan bir insanı filme nasıl taşıyabilirim diye düşünüyorum.

A.A.D.: “Abiye”de kendi anne babanıza rol verdiniz. Bu film onların ilk kamera önü deneyimiydi, “Sıcak Yatak”ta kamera önündekiler oyuncu değildi. “Ölü Mevsim”de ise artık tam anlamıyla profesyonel oyuncularla çalıştınız. Hem amatör hem de profesyonel oyuncular, yaratıcısı olarak sizi ve filmlerinizi şekillendirmede size nasıl deneyimler yaşattı? Avantaj ve dezavantajlarından bahseder misiniz?

D.A: Aslında babamı bu filmde oynattım ama attım sahnesini.

B.K: Babana da kıydın!

(Gülüşmeler)

D.A: Babama da kıydım. (Gülerek) Aslında her oyuncuyu biraz amatörleştirmek gerekiyor. Bir filmde oyunculuk anlamında çok fazla öne çıkan bir karakter varsa bu beni filmden uzaklaştırır. Tüm oyuncuların dengeli bir şekilde olmasını önemserim. Profesyonel ya da amatör oyuncuyla ya da oyuncu olmayan birileriyle çalışıyor olmanın benim için farkı yok. Profesyonel oyuncuyla çalışıyor olmanın avantajı şu: meslekleri bu. Provanızı alabiliyorsunuz, iş bilinci daha iyi oluyor, ışığını nereden alacağını, devamlılığını tutmayı biliyor, bu disipline alışkın. Diğer türlüsünde de farklı dinamikler işliyor, ben oyuncu olmayanlara az diyalog yazarım. Mesela babam ödül bile aldı kısa filmimle, çok az repliği vardı. Belli duyguları, belli bakışları, ifadeleri amatör oyuncular da veriyor. Yeni filmimde de profesyonel olur ya da olmaz, böyle bir şeyi dert edinmiyorum; o casta kim uygunsa onunla çalışırım.

A.A.D.: “Abiye” 2017’de Adana Film Festivali, Uluslararası Öğrenci Kısa Film Yarışması, kurmaca dalında finalist olmuş. Yedi yıl sonra uzun metrajlı çalışmanızla yeniden Adana’dasınız. Neler hissettiriyor?

DA: Evet, doğru. (Gülümser) Festival, yapmaya çalıştığım sinemayı seviyor demek ki. Adana güzel, Adana sinema şehri, Adana dendiği an aklıma sinema geliyor, niye bilmiyorum. Okuduğum öykülerden, romanlardan belki de. Çukurova’yı hep çok sinematografik bulmuşumdur. Burada olmak güzel.

A.A.D.: Bir tiyatro ekibinin oyun çıkarma sürecine odaklanan “Dönüş” isimli diziniz çok yakın zamanda Youtube’da yayımlandı. Pandemi döneminde çekmişsiniz, başka yapımlar da var böyle ama hiçbirinde pandeminin varlığına/yaşandığına dair bir iz yoktu, maske kullanıldığını bile görmedim. Sektörün sorunlarıyla birlikte pandeminin sektördeki yansımasını da ele alıyor dizi. Özellikle sektörün kadına bakışında bir şeylerin değişmediğinin ama değiştirilmesi gerektiğinin altını çizdiği alanlar kıymetli. Birkaç cümleyle de olsa bu dizinin ortaya çıkış hikâyesini konuşalım mı?

D.A: Her şeyi çok çabuk unutuyoruz, pandemi dönemini de unuttuk bile. Düşünsenize her şeyi silip, yıkadığımız bir dönemdi! Benim oyuncu arkadaşlarım çok fazla olduğu için onların en ağır işsizlik dönemlerine şahit oldum. Pandeminin ne kadar süreceğini de bilmiyorduk, düşündüm ve “Ne yapabiliriz?” dedim, “Sahnede bir şeyler çekebiliriz” dedim. Moda Sahnesi’yle görüştük, “Tamam.” dediler, izinleri aldık, ben bir ayda 11 bölüm yazdım, bir tiyatro dizisi. Bir ayda çektik. Yayımlanma süreci uzadı çünkü araya filmim girdi. Biraz teknik olarak biraz da senaryo olarak yer yer problemli. Yapmak istediğim sinemayı çok temsil ettiğini söyleyemem ama kendi içinde özel ve güzel bir işti.

 A.A.D.: 2. sezonu gelecek mi?

D.A: Yeni sezon olur mu bilmiyorum, belki bir platformdan teklif gelirse…

A.A.D.: O zaman şu ana kadar gelmedi bu teklif?

D.A: Gelmedi. E tabii, biraz kendine has, sadece sektörle ilgilenen insanların ilgisini çekebilecek bir proje, genel seyirciye hitap edecek mi çok emin değilim.

A.A.D.: “Çekmek istediğim hikâye bu” dediğiniz bir hayaliniz var mı? Buradan devam edecek olursak bir sonraki projenizi de konuşalım isterim.

D.A: Hayalim bir sonraki filmimi çekebilmek. Yeni bir projem var, senaryoyu yazdık. Yine Burak’la çalışacağız. Bir kent hikâyesi, yine yaşamın içinden bir hikâye. Yabancı castı da olacak; filmin yarısı Türkçe geriye kalan yarısı da İngilizce ve Rusça olacak, çok dilli bir film olacak.

A.A.D.: “Ölü Mevsim”in festival yolculuğu devam edecek mi, vizyona mı girecek?

B.K: Vizyon görüşmelerimiz devam ediyor. Sanırım bir 6-7 ay daha festivallerde olacağımız bir süreç olacak. Uluslararası festivallere katılmayı planlıyoruz, başvurular yaptık, haber beklediklerimiz var. 2025’in içinde bir yerde tam netleşmese de vizyona girecek, belki ortasında.

“İyi Bir Film İçin Yol Arkadaşları Bulmak, İyi Bir Senaryodan Da Önce Gelir”

A.A.D.: Son sorum şu: Kısa kurmaca ve belgesel filmi çektiniz, bir sinemacı olarak uzun metrajlı filminizi çekme imkânını buldunuz. Sektörü, sektörün sorunlarını, sektörün bir emekçisi-işçisi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

D.A: Buradaki herkes, Adana’daki ya da art house film çekmiş herkes için diyorum, öncelikle hepimiz çok büyük bir şey başarıyoruz.

A.A.D: En büyük ödül bence bu, bir filmi bitirmiş olmak.

D.A: Evet. Biz de “Filmimizi bitirdik.” deyince “Bravo” diyorlar, takdir ediyorlar. Maddi imkânsızlıklar yüzünden yönetmenlerin raflarında, bilgisayarlarında çok iyi senaryolar mevcut, bekliyor. Ben de kısa filmden geldiğim için orada çok büyük bir potansiyel olduğunu söyleyebilirim. Çok yetenekli yönetmen arkadaşlarım var ama şu an rüzgârda savruluyorlar. Çünkü doğru yapım modelleri yok, doğru fonlamalar  doğru yerlere ulaşıyor mu buralar soru işareti. 2010’lu yıllardan itibaren bakarsanız çok iyi kısalar var, büyük potansiyel vadedenler var. Bizim yapımlarımız da dünyaya açılacak, büyük festivallerin seçkisinde bizim yapımlarımızdan 3-4 tane olacak diye bir hissim vardı ancak yaşadığımız ekonomik belirsizlik  yüzünden bu hissim de azaldı.

A.A.D.: Benim sorularım bu kadardı, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

D.A: Çok karamsar bir noktada bitirmek istemem. Biraz basitleştirmek de gerek; “Doğuş, Burak film yaptıysa ben de yapabilirim.” demeleri lazım genç sinemacıların. Ben de Burak da bu işin temeli neyse en temelinden girdik, benim ilk uzun filmim, Burak’ın yapımcı olarak ilk uzun filmi. Kısalarımız da var tabii ama onlar ticari bir boyuta dönüşmedi. Yapmak isteyince, doğru kişileri bulmakla başlanabilir. Sizinle yol arkadaşlığı yapmak isteyenleri bulduğunuzda iyi bir film yapabilirsiniz. Bence bu, iyi bir senaryodan da önce geliyor.

A.A.D.: Çok teşekkür ediyorum.

D.A + B.K: Biz teşekkür ediyoruz.

 

***

“Ölü Mevsim”, 31. Adana Altın Koza Film Festivali’ni beş kategoride altı ödül kazanarak kapattı.

En İyi Senaryo Ödülü (Selen Örcan ve Doğuş Algün)

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (Funda Eryiğit ve Ece Yaşar)

En İyi Erkek Oyuncu (Erdem Şenocak)

Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (Nesrin Uçarlar)

Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü (Serkan Ercan)

Daha fazla yazı yok
2024-10-06 03:26:10