Sergi alanına gitmek için Beyoğlu’ndaki tünelden çıktığımda nefes almamın ne kadar zorlaştığını fark ettim, hava rutubetliydi. Etrafı incelediğimde, insanların zararlı kimyasallar içeren yemekleri tükettiklerinden dolayı enerjik olmadıklarını gördüm. Herkes mutsuz ve gündelik hayatın yoğunluğundan dolayı yorgundu. Versus Art Project’e geldiğimde dışarıdaki dünyanın bir benzeriyle, farklı yollardan karşılaştım. Bilim kurgu filmindeymişim gibi hissettim kendimi. Şehirde gördüğüm her şey vardı orada: binalar, insanlar, deniz. Sergide biraz vakit geçirdikten sonra anladım ki, sergi doğanın ‘doğal’lığını kaybettiğini söylüyordu bana. Her şey yapaydı, doğada var olanlar işlemsel olarak çoğaltılmıştı. Garipsedim önce, ama sonra fark ettim ki yaşadığımız gerçek dünya da bu hale gelmeye başlıyor. Doğada tek ve biricik olan bir şey yok. Doğa özünü kaybetmeye başlamış. İnsan da bundan nasibini alıyor, toplumsal bir varlık olarak insanın kişisel olarak sahip olduğu pek az şey var. Herkes ve her şey birbiriyle bağlantılı ve biri olmadan diğeri ayakta duramıyor.
Teknolojinin hayatımıza neler kattığı ve neler eksilttiği konusunda kafa yoran, ‘doğallık’ tanımının çeşitlendiğine vurgu yapan ve bu iki konuyu çalışmalarının ana bileşenleri haline getiren Gökhan Balkan, ‘Üçüncü Doğa’ ismiyle Versus Art Project’te yeni bir sergi açtı.
Nicolas Bourriaud’ın ‘İlişkisel Estetik’ kavramından yola çıkan sergide, görsel ve nesnel yapıtlar bir sinerjinin ürünü.
Bourriad ‘ilişkisel estetik’ kavramını sanatla bağdaştırırken ‘90’lı yılların sanatında izleyici-yapıt ve sanatçı arasındaki ilişkilerin karşılıklı birlikteliğine ve ilişkiselliğe dayalı olduğu’ tezini ortaya koyar. Gökhan Balkan’ın sergideki çalışmalar için ‘katılımcıların iştirakiyle, yaratıcının ortaya koyabileceğinden çok daha fazlasını’ içerdiğini belirtmesi, Bourriaud’ın tezini destekler nitelikte.
Sergide Gökhan Balkan’ın ‘Simulakrum’, ‘Yer’, ‘Sınıraşımı’, ‘Kusurlu İlişki’ ve ‘Otoportre’ serilerinden çalışmalar bulunuyor, ve her biri bir bütünün parçalarıymış gibi birbirini tamamlıyor. Sanatçı ‘Simulakrum’ serisinde Baudrillard‘ın ‘‘gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretiminin mümkün olduğu’’nu ve ‘‘işlemsel gerçeklik’’in, ‘‘rasyonel gerçeklik’’ yerine geçtiğini gösteriyor.
Çalışmalarda, tuvalin zeminine bir kent manzarası ve onun işlemlerle yapılmış ikizini görüyoruz. Gerçek olan kent manzarası yok olmaya başlamış, dil ve aklın sınırları kırılmış, işlemsel ikiz simgeselleştirilememiş ve böylece insan travmaya sürüklenmiş halde.
’Sınıraşımı’ serisi bu noktaya değiniyor:
İnsan adlandıramadığı şeyden korku duyar, kendisine zarar verebileceğini düşünerek endişelenir. Çalışmalarda makine ile simgeselleştirilemeyen şey etkileşime girerek bir bütün yaratıyor. Bu bütün tanımlanamadığı için izleyicilerde kafa karışıklığına, huzursuzluğa ve çeşitli soruların oluşmasına neden oluyor. Burada sergiye ismini veren ‘Üçüncü Doğa’yı görüyoruz. Canlı olanla, çeşitli teknolojilerle üretilen makine bir araya gelmiş. Bu bize Spinoza’nın ‘monist evren’ kuramını işaret edebilir mi?
Gökhan Balkan şöyle yanıtlıyor:
“Madde, dünya ve insanların içsel ve dışsal karşıtlıklarını yok sayıyor. Çokluktan gayri, tekilliği savunuyorum.”
‘Yer’ serisi bu tekilliğe işaret ediyor.
Rosi Braidotti’nin ‘doğayı oluşturan maddenin yaşamsal bütünlüğü ve döngüselliği’ ve ‘denizin sınırındaki kum görüntüsü’ sanatçının çalışmalarında ayrıca görülüyor. Bugüne bakıldığında bu döngüsellik, insan merkezli. İnsan, doğa üzerinde hüküm sürmekte. İnsan pek çok güzelliğe sebebiyet verirken, yine aynı insan felaketlere de yol açabilir Küresel ısınma, hayvan ve bitkilerdeki çeşitliliğin gün geçtikçe azalması ve doğal kaynakların ihtiyacımızı karşılayamamaya başlaması insanın yarattığı felaketler. İnsan-merkezci bu dönem Paul Crutzen ve Eugene F. Stoermer tarafından ‘Antroposen Çağ’ olarak adlandırılır. Sanayi Devrimi’nden sonra makine yapımı ivme kazanmış ve farklı türlerde makineler insan hayatını kolaylaştırmak adına üretilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda insan- makine ilişkisini Gökhan Balkan, ‘Kusurlu İlişki’ serisinde işlemeyi istiyor.
Sanatçı insan bedeninden bir parça ile makinelerin farklı parçalarını birbirleriyle temas halinde göstererek, insanın cyborg’a dönüşümünü anlatmak amacında. Bu süreçte insan, kendi öz değerlerini kaybetmeye başlar. İnorganikleşmeye başlayan insanın duyguları ve düşünceleri bir nefeste yok olmaya mahkum. Annesini ve babasını tanımaz hale gelir. 4-5 yaşlarındaki çocuğun ‘babanın yasasına geçmesi ve böylece insanlaştırılması’ olgusu artık geçerliliğini kaybetti mi? Sigmund Freud’un bahsettiği Odipal kompleks artık yaşanamaz hale mi geldi?
Gökhan Balkan ‘Otoportre’ serisinde Odipal kompleks ve Jacques Lacan’ın Ayna Evresi’ne de değiniyor. Gökhan Balkan burada işlemsel olarak yarattığı ikizini bazen babanın baş bölgesine yerleştiriyor, bazen de annenin kucağında gösteriyor. Bu seriyle beraber, cyborg’laşmaya başladığımız dönemde aile ilişkilerini irdeliyor.
İnsan, teknolojiyi geliştirmeyi amaç edinirken, aynı zamanda teknolojiyi araç olarak kullanıyor. Teknoloji alanında gelişmelerin ivme kazanmasıyla beraber yapay zekalar ve robotlar, insanların yerlerini almaya başlıyor. Bunu bilim kurgu yazarı Philip K. Dick gibi ütopya edebiyatı yapan kişilerin kitaplarında görebiliriz. Gökhan Balkan’ın deyişiyle ‘yarattıklarımızın yarattıkları’ yeni bir dönemi başlatabilir ve insan-merkezci Antroposen Çağı bitebilir. John Gray ‘Kuklanın Ruhu’ kitabında makinelerin, doğal seçilime göre daha hızlı bir sanallıkta olduğunu, böylelikle yapay yaşam formlarının yükselişe geçtiğini ve evrime farklı bir boyut kazandırıldığını savunur. Gökhan Balkan’ın sergisindeki temel kuram galiba bu: insan yaratımı olan yapay zekanın ‘‘üçünü doğa’’yı yaratması ve paradigma değişimi.
Gökhan Balkan’ın yeni bir doğa tanımını ortaya koyduğu ‘Üçüncü Doğa’ sergisi 10 Şubat’a kadar Versus Art Project’te görülebilir.