Serginin bu yılki adı, sanki tüm etkinliğin de sloganı gibi olmuş: ‘Gelin Bahçemizi Ekelim’. Büyük karmaşayı, büyük kavgaları boş verip bir araya gelmeyi, bize ait olan, ‘bizden’ olan bir bahçenin üstünde buluşup kendi işimize ve böylece geleceğe bakmayı öğütleyen bir çağrı.
Serginin bu yılki adı, sanki tüm etkinliğin de sloganı gibi olmuş: ‘Gelin Bahçemizi Ekelim’. Büyük karmaşayı, büyük kavgaları boş verip bir araya gelmeyi, bize ait olan, ‘bizden’ olan bir bahçenin üstünde buluşup kendi işimize ve böylece geleceğe bakmayı öğütleyen bir çağrı.
Tam da büyük kentler, festival yapılamaz bir hale gelmişken adeta Cappadox imdada yetişmiş gibi oldu. Herkes farkında, iki-üç yıl içinde Antalya’dan İstanbul’a bütün film festivalleri sansür nedeniye ya iptal edidi ya gösterimleri ya yarışmaları yapılamadı. Sonra bombalar patlamaya başlayınca konserler, müzik festivalleri uçtu gitti. O açık hava festivallerinden, çakır keyif yaz konserlerinden geriye pek bir şey kalmadı.
Üç yıldır düzenenen Cappadox tam da sanki herşey bitmişken ortaya çıkıveren bir kaçış senaryosu gibi. Distopik filme, ütopik karşılık. Sanki büyük kenttte festivaller yasaklanmış, müzik, sanat ve eğlence insanları gizlice yollara düşüp gözlerden uzak, yarı terk edilmiş ama çok güzel bir yerde, Uçhisar-Kapadokya’da buluşmuş gibi…
Tabii gerçek hikaye bu değil.
Rahmetli Mehmet Uluğ’un gerçekeştirilen bu hayali hakikaten de bir hayal gibi. Festival insanları Kapadokya’da buluşmuş, hep birlikte doğa yürüyüşlerine çıkıyor, atölyelere katılıyor, sergileri geziyor, ‘yiyecek içecek alanına’ dönüşmüş kasabanın parkında buluşuyor, hemen karşısındaki geçici Babylon’da takılıyor, sonra dağılıyor, sonra toplanıyor sonra konser konser koşturup çakırkeyf uykuya dalıyor. Konserler de öyle böyle değil. Eric Truffaz da var, Sun Ra da, İlhan Erşahin de… Gevende de var, Mercan Dede ve Ceylan Ertem de… Masallardan fırlamış peri bacalarınının arasında kurulmuş tuhaf konser alanlarında, volkanik vadilere yayılmış çağdaş sanat eserlerinin arasında mağaradan bozma otel odalarında geçirilen üç gün, muhakkak ki katılanda bir tatlı iz bırakıyor. Festival insanlarının vazgeçilmezi Pozitif burada da iyi iş çıkartmış, onu görüyoruz.
İşin çağdaş sanat kısmı Fulya Erdemci‘ye emanet. Serginin bu yılki adı, sanki tüm etkinliğin de sloganı gibi olmuş: ‘Gelin Bahçemizi Ekelim’. Büyük karmaşayı, büyük kavgaları boş verip bir araya gelmeyi, bize ait olan, ‘bizden’ olan bir bahçenin üstünde buluşup kendi işimize ve böylece geleceğe bakmayı öğütleyen bir çağrı. Yukarıda da söylediğim gibi, işin müzik eğlence kısmında pek çok insan bu çağrıya uyup biraraya gelmişti. Sanat kısmında ise doğaya, insana ve çılgın kalabalığın uğultusundan duyulmaz olmuş seslere odaklanan bir sergi hazırlanmış. Fulya Erdemci‘nin küratörlüğünü üstlendiği serginin yardımcı küratörü Kevser Güler.
Sergi, Cappadox’un merkezi olan Uçhisar’da başlıyor, kasabanın dışına çıkıp doğaya yayılıyor. Tartışma, kataloglama, haritalama gibi yapıcı eylem biçimleri son yıllarda sık sık olduğu gibi, bu sergide de birer sanat eseri olarak karşımıza çıkıyor. Serginin Kızılçukur adlı vadideki bölümü en yoğun kısmı. Buradaki neredeyse tüm işler de bir yanıyla doğaya, yani bahçemize adanmış. Mesela birkaç üzüm kütüğünün altında kabarık alçalarak nefes alan toprak, yani Murat ve Fuat Şahinler‘in işi ‘Teneffüs 2‘ irkiltici. Marilla Dartod’nun saksılarla kurduğu kütüphane uyarıcı, Maider Lopez‘in Kapadokya’nın doğal renklerini kataloglayan işi saygı uyandırıcı. Hera Büyüktaşçıyan’ın yerleştirmesi ise her zamanki gibi zekice. Buranın starı ise tabii ki, koca bir peri bacasına dev bir kırmızı halka takarak onu ‘ödül’lendiren Ayşe Erkmen. Balonların kalktığı platoda yer alan Johann Körmeling‘in ‘Güneşin Büyüklüğü’ ise hiç tartışmasız, sanatçının çılgın kişiliğinin de katkısıyla en eğlenceli iş. Eylemi sanata dönüştürenler serisinde ise Türkiye’nin tohum politikasını tartışan ‘Amaç Kapsam ve Yaptırımlar’ adlı video, Almanların Anadolu pop merakı üstüne kurulu matrak müzik dükkanı ‘Stüdyo Yannış Tercüme’ ve harika bir Kapadokya Florası kitabıyla nihayetlenmiş, ‘Floral Sohbetler’i saymak gerek.
Bu damarda benim en çok ilgimi çekense fotoğrafçı Murat Germen‘in hazırladığı ‘Yaşayan Kültür Algı Haritası’ oldu. Germen’in bu çalışmasının daha önce Milli Reasürans’da sergilediği HES’lerle ilgili fotoğraflar ve bilgi panolarından oluşan hem eylemci hem dökümanter işi %5’e benzer bir yanı da var. İlk bakışta elimizde bir harita var. Google haritaları üstünde epey uğraşılarak elde edilmiş bir tür fotografik coğrafi Kapadokya haritası. Burada 41 nokta işaretlenmiş. (Burada da Serkan Taycan‘ın İki Deniz Arasında’sıyla bir akrabalık var gibi.) İşaretlenen noktaların her biri, haritanın arkasında küçük birer fotoğraf ve birer cümle ile kendini gösteriyor. Bunlar, yerel kültürün vazgeçilmez bileşenleri olarak kabul edilebilecek çeşitli mekanlar ve insanlar. İçlerinde fabrikalar, çeşmeler, kütüphaneler, değirmenler ve terk edilmiş moteller var. Hepsi de Kapadokya’nın ortak kültüründe yer etmiş. Murat Germen, bir internet sitesiyle desteklediği bu kültürel noktaların zamanla başka insanların da katkılarıyla zenginleşmesini umuyor. Hepsinin en önemli ortak noktası ise, yerel kültürün esas ögeleri olmalarına rağmen kitle turizminin umurunda olmamaları. Hızlı turistik turların asla görmediği, bilmediği uğramadığı bu mekan ve insanlar, aslında bölgenin gerçek kimliğini oluşturuyor. Dolayısıyla bu ‘yaşayan kültür haritası’, alternatif bir turizm rotası öneriyor. Festival boyunca bizzat Murat Germen’in rehberliğinde bu haritanın bazı noktalarına uğrayan, otobüs ve bisikletli turlar düzenlendi. Birine benim de katıldığım tur, kırmızı çömlek toprağının alındığı açık arazide, herhangi bir yerde başlıyor. Bölgenin en önemli gelir kapılarından birinin, çömlekçiliğin kaynağı olan volkanik toprak. Sonra bu toprakla çalışanları ziyarete gittik. Avanos’un ilk kadın çömlekçilerinden biri, ‘benim farkım bu kimyasal sırlardar’ diyen Ayşe Torun mesela. Onun ardından gittiğimiz İkizler Çömlek Atölyesi ise bambaşka bir alem. Burada hem tornanın başında çömlek şekillendiren hem büyük bir tutkuyla yüksek derecede deneyler yapan ikiz çömlek ustaları Levent ve Mehmet Düzgün kardeşleri tanıdık. “Yüksek derece özgürlüktür” diyen İkizler, bin dereceden sonra fırında her şeyin nasıl da akışkan bir hal aldığını zevkle anlatıyor. Burası duvardaki nişlerde romanların ve sözlüklerin durduğu, garip fotoğrafların ve eski objelerin süslediği bir tuhaf yaratıcı mekan. Avanos’un eski mahalleriyle iç içe geçmiş sanayi bölgesindeki matbaa da İkizler’den çok uzak değil. Burada asırlık bir Heidelberg matbaa makinası çalışıp yerel gazete Kızılırmak’ı basıyor. Kasabanın içindeki bir başka çömlek atölyesi ise darbuka, udu ve gatham üretiyor olması. Biri Hind diğeri Afrika müziğinde kullanılan bu enstürmanları üreten Mehmet Körükçü ve oğulları kendi alanlarında bir marka. ‘Udu Sarayı’ adını verdikleri mağara atölyede bir yandan ürettikleri enstrümanları çalıyor bir yandan anlatıyorlar: “Bu üstüne gerili olan pulsuz yayın balığının derisi. Balık derisinde kıl gözeneği olmadığından rutubete en çok bu dayanır.” Anlatmayı en çok sevense Venssa Pansiyon’u bir pansiyondan çok, büyük bir kişisel müzeye dönüştürmüş Mükremin Tokmak. Avanos’un muhalif kişiliklerinden. Sanata, kültüre ve geçmişin değerlerine düşkün biri. Kendini bir ‘kaşif’ olarak da görüyor. Gezip yeni yerler bulmaya çalışıyor. Kaçak kazı yapanlara ise tahammülü yok: “Bu konuda ihbarcıyım. Devletle büyük meselem olmasına rağmen definecileri gördüm mü hemen ararım, 155-156…”
Kapadokya’nın yaşayan kültürünü tanımak için daha ideal ne olabilir? Bahçemiz eğer buysa, onu ekip yetiştirmek için daha ne yapılabilir?