"24 Nisan 1915’in 100. yıldönümü… Metafor değil, gerçekten kanayan bir kalp. Gidin, bakın, görün nasıl kanadığını."
24 Nisan 1915’in 100. yıldönümü geldi. Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen ‘inkar’ politikasını sürdüren, Ermeniler’e karşı yapılan kıyımı (soykırımı) bir ‘savaş zaiyatı’ olarak haklı göstermeye çalışan iktidar sahipleri bu yüzleşme tarihi yaklaştıkça yine ‘dış güçlerin oyunu’ ‘Türkiye’nin imajı’ gibi zırvalıkları utanmasızca sıralamaya başladılar. İktidar sahiplerine yakın medya organları da dertlerini anlatmaya çalışan Ermeniler’in ‘artık çok olduğunu’ ‘halkın sabrının taşmak üzere’ olduğunu falan yazarak ya cehalet ya da düpedüz kötülükten beslenen gündelik faşizmlerini sürdürmeye devam ediyorlar.
Ama tarih öyle bir şey ki bir çatlaktan yolunu bulup akan su gibi bir şekilde gün yüzüne çıkıyor: çarpıtılan, toprağın altına gömülen ya da resmi söylemle, yanlı tarihyazımıyla yok sayılan gerçekler bir şekilde ‘yüzleşmemiz’ için karşımıza dikiliyor. Ermeniler’e karşı İttihat ve Terakki zamanında başlayan ve Cumhuriyet kadrolarınca da sürdürülen soykırım ve nefret politikasının kabul edilmemesi, şu an Türkiye denilen ülkede yaşayan herkesin üzerine yüzleşilmemiş ağır bir insanlık suçunun ortağı yapıyor. Diaspora’daki, Ermenistan’daki ve halen Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yaşayan Ermeniler’in istediği şey intikam değil, bir özür. Geçmişteki vahşetin kabulü. Bu kabul çok önemli zira Hrant’ın, o şahane insanın katledilmesine yol açan pis milliyetçiliğin ve Ermeni düşmanlığının yok edilmesi ancak böyle ‘özür’ ve yüzleşmeyle mümkün. İşte bu yüzden Agos başta olmak üzere çeşitli kurumlar ve oluşumlar unutma beni çiçeği eşliğinde bir ‘100leşme’ kampanyası yürütüyorlar.
Türkiye’nin siyasi vicdanı ile sanatı birleştiren Depo’da da bu kampanyaya paralel üç sergi var. Üç serginin de kritik noktası büyük politik çözümlemelerdense insan portrelerine odaklanmış olmaları. Bir nevi kan davasına dönüşmüş olan ve inkarcıların soykırıma uğramış Ermenileri yüzü hikayesi acısı olmayan bir ‘kitle’ olarak görmesine karşı bir hamle bu. ‘Ama zamanın koşulları’ ‘ama devlet politikası gereği’ gibi cümlelerle başlayan gayri-insani bir bakışı, yaşanan acıyı hissetmeyi önleyen bir komplolar ve konjenktürel teoriler yığınını bir kenara bırakıp, bu basit insani noktaya odaklanmak gerekiyor. Bir gece sırf Ermeni oldukları için insanların evleri basıldı, sürgüne gönderildiler, sürgün esnasında yolda öldürüldüler, çocuklar öldürüldü, kız çocukları kaçırıldı, genç kadınlara tecavüz edildi, köyler yakıldı ve bütün bunlar faşist bir arsızlıkla ‘Ermeniler bu topraktan kazılması gereken mikroplardır’ şiarıyla yapıldı. Gizlisi saklısı olmadan. İnsanın aklı almıyor, geçmişin Hitler’ini ve bugünün İsrail hükümetini korkunç canavarlar olarak gören bazı Türkiyeli insanlar nasıl olur da kendi ülkelerinin kuruluşunun içerdiği bu korkunç katliamı normal ve olağan kabul edebilirler?
Depo’daki sergiler görenler için tam da bu ‘olağanlaşma’ ve öldürülenleri bir ‘kitle’ olarak görüp empatiyi kaybetme eğilimine karşı duruyor. Giriş katında Nalan Yırtmaç ve Anti-Pop’un işleri “Nereye Gideceğimizi Bilmeden” başlığıyla sergileniyor. Nalan Yırtmaç bir duvara 23 Nisan gecesi evleri basılarak sürgüne gönderilen Ermeni aydınlar, siyasetçiler, yazar ve düşünürlerin portreleriyle doldurmuş. Sergi kataloğunda bu işe vesile olan travmatik başlangıç anı şöyle ifade ediliyor: “Yüz yıl önce, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni fikir önderleri, mebuslar, gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler tutuklanır ve Çankırı ile Ayaş’taki toplama merkezlerine gönderilir. Daha sonra çoğu, cezaevlerinden salınan çete mensuplarına kırdırılır. Bu tutuklamalar İttihat ve Terakki hükümetinin kısa zamanda soykırım niteliği alan tehcir kararının ilk adımı olur. 23’ünü 24’üne bağlayan gece yaklaşık 250 kişinin tutuklanmasının ardından birkaç gün içinde 2500 kişiye yönelik büyük bir polis operasyonu düzenlenir.” Soykırımın ilk kurbanlarından bazılarının portrelerini tek tek duvara işlemenin, Ermenileri ‘adsız bir kitle’ olarak gösteren resmi ve sinsi politikaları bozan bir yönü var. Yüzleşin tek tek bu insanlarla ve hikayeleriyle. Vicdanınız el veriyorsa bu yüzleşmeden sonra ‘Ermeniler’ genel başlığına sığınmaya devam edin. Yırtmaç’ın işinin tam karşısında ise Anti-Pop’un Hrant Dink anısına yaptığı artık çok bilinen işi var: “Hrant 2007-1915.” Bu iş de kabul edilmeyen geçmiş vahşetlerin halen ülkenin bünyesini zehirlediğini ve bu zehrin de Hrant Dink’i katlettiğini basitçe insanın yüzüne çarpıyor. Yani giriş katında iki duvar, bireysel ve toplumsal hafızaya ayıltıcı iki ‘tokat’ atıyor.
Depo’nun ikinci katındaki “Boşluğun Gücü” adlı sergi de herkesi benzer bir ‘insani’ yüzleşmeye çağırıyor. Anadolu’daki evinden sürülüp, çeşitli durak noktalarından sonra Brezilya’da yaşamaya başlayan bir Ermeni ailenin çocuğu olan yüz yıllık bir ‘boşluğun’ ardından atalarının yaşadığı topraklara dönüp, ‘artık orada olmayan’ insanlardan kalan izleri fotoğraflamış. Evet o insanlar gittiler, zorla bu topraklardan sürüldüler ama tarih gibi coğrafya da yaşananları tamamen unutmuyor. İzler kalıyor. Dünyanın en büyük soykırımları bile işte bu izleri yok edemiyor. Chahinian sergisine herhalde bu yüzden ‘Boşluğun Gücü’ adını vermiş. Althusser’in önerdiği ‘semptomatik okuma’da olduğu gibi, Chahian da söylenmeyen ve ifade edilmeyen ve böylece yok sayılan şeylerin ‘semptomları’nı kaydetmiş. Basit gündelik görüntüler, koca bir tarihi boşluktaki izler üzerinden geri çağırıyor. Mardin’deki Surp Agop kilisesinin bekçisinin yüzündeki ifade, mesela, çok ama çok şeyi geri çağırıyor. Ya da Maraş’ta görülen “disiplin kültürden üstündür” yazan eski bir tabela bütün bir ‘kültürsüzleştirme’ politikasını özetleyebiliyor. Maraş’ta görülen bu lafın da Kant’a ait olduğunu, Kant’ı da Naziler’in pek bir sevdiğini de hatırlayalım. Maraş’ta Kant’ın ne işi var? Altından devasa bir vahşet çıkacak basit bir soru.
Depo’nun en üst katındaki sergi ise odağı biraz daha daraltıp sivrilterek bir evin içinde dolaşıyor. “Nakışlar” adlı bu sergide, Anita Toutikian anneannesi Hripsime Sarkisyan’ın sessiz sedasız işlediği nakışlar üzerinden soykırım tarihini ve bunun kurbanlar üzerinde yarattığı psikolojik travmayı anlatıyor. Toutikian İlk başta evdeki olağan nakış işlemeleri gibi görünen kumaş parçaları üzerinde aslında Hripsime Sarkisyan’ın tanıklıklarını, tabiri caizse acı ve sevinçlerini işlediğini fark etmiş. Mesela, bir nakış üzerindeki çiçek işlemelerinin Dersim’in çiçekleri olduğunu ve işlemenin kenarındaki kırmızı kütlelerin Dersim’de katledilen Ermeniler’in ‘kanı’ olduğunu fark etmiş. Bir dedektif gibi, bu nakışların detaylarına daldıkça karşısında tarihi, coğrafyayı, acı ve nadir sevinçleri anlatan bir dizi ‘sanat eseri’ olduğunu fark etmiş. Gerçek birer art-brut örneği olan bu nakışları sergi mekanında görebilirsiniz. İşlere eşlik eden video’da da Toutikan bu ‘sanat eserleri’ni keşfetme hikayesini detaylarıyla anlatıyor. Ve ekliyor: “anneannem ölmeden önce bana bunlardan hiç kimseye bahsetme” dedi. Bu bir korkunun ifadesi. Ama işte tarih durmuyor. Hikayeler bir şekilde gün ışığına çıkıyor. Bu nakışları görmek hakikaten insanı derinden sarsıyor. Bir çocuğun çizimleri gibi, bir meczubun iniltisi gibi. Sahih ve kendiliğinden. Bu nakışlardan beni en çok etkileyen Toutikan’ın ‘iç dünya’ adını verdiği iş oldu. Hrispime Sarkisyan küçük bir kumaş parçası üzerine iç organlarını işlemiş. İlk bakışta belli olmuyor ama biraz yakından bakınca orada kanayan bir kalp beliriyor. Metafor değil, gerçekten kanayan bir kalp. Gidin, bakın, görün nasıl kanadığını.