Ali Şimşek bienal ve sezon açılışlarını değerlendiriyor.
Sezonu Aksanat’ta açılan “Louise Bourgeois: Dünyadan Büyük” sergisiyle açtım. Merakla beklediğim sergilerdendi. Bourgeois beden, ürperti, dışkı ve de parçalanmanın sanatçılarından biriydi. Hatta en büyüklerinden. Örümcek’ten patlayan uzuvlara, üzerimize çöken gotik ve grotresk imgeler üretiyordu. Tek bir Bourgeois figürü görmek diğerlerini hazırlayan bir algıya hazırlanmaktı… Fakat Aksanat’a girdiğimde hayal kırıklığına uğradım. Beyaz duvarlar ve silik baskılarla karşılaştım. İnsanın gözü şöyle girişte bir Bourgeois figürü görmek istiyor. “Dünyadan Büyük” neredeyse tümüyle sanatçının baskılarından bir araya getirilmiş. Elbette yine önemli. Ama bu kadar önemli bir sanatçının ilk sergisi için zayıf bir başlangıç olmuş. Küratör Hasan Bülent Kahraman ismin cazibesinden hemen yararlanmak istemiş sanki. Elbette sigorta giderleri, mirasçılar, vakıflar ve kargo büyük sorunlar. Hatta bazı yapıtlar zaten hiçbir yere gönderilemiyor. Ama yine de Bourgeois’nın imgesine yaraşan bir seçki yapılabilirdi. Çünkü Aksanat mali anlamda güçsüz bir yer değil. Yapılabilirdi. Naçizane bir eleştiri. Memleket daha iyisine layık!
Dökümantasyon Yığıntısı
1 Eylül günü bütün sergilerin açılış günüydü. Dünya Barış Günü olması dolayısıyla biber gazı eksik olmadı. İnsanlar saatlerce Mısır Apartmanı’ndaki galerilerde kapalı kaldılar. Yeni sezon biraz biberli oldu! O kadar çok sergi gezdim ki, bazılarını detaylı yazacağım sonra. Ama şunu söyleyeyim özetle: Çağdaş sanat keçiboynuzu gibi biraz da. Küçük bir lezzet için saatlerce çiğnemeniz gerek ve çene yoruyor. Bütün bu açılışlara 2 Eylül’de Bienal’in basın toplantısı eklendi ve bazı mekanları dolaşmak şansı yakaladım. Küratör Bakargiev’in basın toplantısındaki Türkçe konuşması neredeyse performans gibiydi. Bazılarına meşhur Türkçe Olimpiyatları’nı hatırlattı gülümsemeyle. İtalyan Lisesi ve Arter’deki işler ağırlıklı olarak dökümantasyon ağırlıklıydı. Aslında çağdaş sanat ve dökümantasyon ilişkisi çok tartışılmış bir mevzuu değil. Dökümantasyonu sergilemek elbette önemli ve yıkıcı olabiliyor. Ama şu mesele de var: Aslında yıkıcı bir diyalektik imge olarak alıntı ya da belge; Beyaz Küp mekanlarda rutine ve sıkıcılığa düşebiliyor. Geçmişin ve uygarlığın “suç ortaklığını” taşıyan belgeler “sakin” ve “mesafeli” seyir nesnelerine dönüşebiliyor. Contemporary’nın sorunlu bir yönü bu. Dökümantasyon bir tarafıyla 1990 sonrasının vintage ve retro eğilimleriyle örtüşüyor. Başka yazılarımda sık sık vurguladığım Kiç ve Camp (poz) stratejileriyle “alt sınıfları” görünür kılıyor. Kendince bir parodi üretmeye çalışıyor. Döneminin trajik bir nesnesi, bu bağlamda “gülünecek” bir gösteriye dönüşüyor. Dökümantasyon konusundaki diğer önemli nokta; bizim sol-liberalizm dediğimiz ve AKP’ye uzun bir dönem “fırsatçı” meşruluk sağlayan Kemalizm ve Cumhuriyet ya da modernlik eleştirisi çerçevesinde iş görüyor olması. Azınlıklar, Varlık Vergisi gibi haklı nedenlere dayanan bu eleştirel kaygı, doğru bağlam kurulamayınca yeni sağın hegemonyasına meşruluk üretiyor. Bu tür bir sol liberalizm; sekülerlik talebinin ve aciliyetinin çok önemli olduğu bu cağrafyada, cumhuriyete karşı yeni sağın ve İslamcı hegemonyanın zirve yaptığ ı bir dönemde resmi ideoloji parodisi üretiyor. Haplaşmış bir Atatürk eleştirisi hemen karşıtını üretiveriyor kendince. Buluntu nesnelerle yürüyen bu dökümantasyon “kasıtlı kiç” üreterek kendisi seçkin sanat olmayı hedefliyor… Egemen çağdaş sanat içinde de oluyorlar zaten.
Revue’nün Hayaleti
Rampa’da açılan Türkiye çağdaş sanatının yıldızlarından, rahmetli Hüseyin Alptekin’in “Demokratik Lüks”bu söylediğimiz eğilimleri fazlasıyla somutluyor. Yüzlerce buluntu nesne arasında dolaşıyorsunuz. Ya da onlarca klozet resmi karşılıyor sizi. Alptekin çöplerden bir bellek inşaa ediyor. Ama bu çöp trajikten çok parodiye ve “kasıtlı kiç”e uç vererek lüks oluyor. Yani serginin başlığı doğrulanıyor. Ama demokratik kısmı eksik. Alptekin’in artık herhangi bir güzel sanatlar öğrencisinin bile prim vermeyeceği asemblaj veya neon işleri bıktırıcı bir estetik üretiveriyor. Otel tabelaları Aksaray estetiğini parodileştiriyor kendince… Bilenler bilir Revue adlı font Türkiye’de en çok kullanılan tabela fontudur. Kuruyemişçiden, otogarlara veya pavyonlara hemen her yerde karşınıza çıkıverir. Tam bir küçük esnaf fontudur. Yarı gotik, yarı barok yarı pop bu font özellikle altorta sınıf beğenisinin vazgeçilmezi. Alptekin kendince yakamaya çalışmış bu estetiği… Otel Bağdat bütün ışıltısıyla yüksek sanata buyur ediliyor. Vintage oluyor… Şunu açıkça söyleyeyim. Öncülerden rahmetli Alptekin’in sergisini dolaşırken Türkiye’de güncel sanat yapmanın neden bu kadar şablonlara dönüştüğünü anlıyorsunuz. Ve bu kadar kolay yapıldığını da… Son olarak ekleyeyim sergiye aniden dolan Selamsız Belediye Bandosu’nu sevdim. Bienali ve sergileri yazmaya devam edeceğim