Müzik yazarımız Alain Matalon, kısa bir aradan sonra tekrar aramızda. Matalon, efsanevi grup Depeche Mode’un son albümünü değerlendirdi.
Herhalde Depeche Mode gelip bana "Ne dersin, tarzımızı biraz değiştirsek mi?" diye soracak olsa, biraz düşünür ama sonunda "bilmiyorum" derdim. Gerçekten de "Violator" ve sonrasındaki DM’u hep beğenerek dinledim. Daha önceki pop ağırlıklı soundlarını ise hiçbir zaman sevemedim. Ama 2009’daki "Sounds of the Universe" ile birlikte 1990’dan beri kullandıkları blues etkili, hafif gitarlı synthpop formülünün de kazıya kazıya sonuna gelmeye başladıkları belliydi. O yüzden belki de biraz değişim faydalı olabilirdi. Öte açıdan müzik, türden türe sıçrama açısından biraz çekirge gibi: bir defa, iki defa. Üçüncüde olmuyor nedense. Depeche Mode da benim gibi düşünüyor olmalı ki, yeni albümleri "Delta Machine"de değişip değişmemek arasında sıkışıp kalmışlar. Bu kararsızlık da ortaya ilhamsız, ne yapmaya çalıştığı belli olmayan "Delta Machine"i çıkartmış. Albümün açılış ve kapanış şarkılarının adlarına bakarak, Gahan, Gore ve Fletcher’ın sizi bir yolculuğa çıkartacağı kanısına kapılabilirsiniz, ancak beni bekleyen 58 dakika süren bir hayal kırıklığı oldu. Çok kabaca ele alırsak, "Delta Machine"in ilk yarısı grubun bildik tarzdaki şarkılarından oluşuyor.
Açılılş şarkısı "Welcome to My World", Depeche Moda’da yeni bir şeyler olabilir mesajı veren dubstep-imsi wub’larla açılıyor ancak kısa bir süre sonra grubun tipik akor progresiyonlarına ve gayet isteksiz bir Dave Gahan vokaline teslim oluyor. Ardından gelen, "Angel", "Heaven" ve "Secret to the End"de biraz daha istekli bir Gahan var. Sanırım bunda, yüksek dozda elektronik ses ve efekt, ve buna karşılık oldukça az gitar içeren bu üç şarkının Depeche Mode’un favori temalarından bahsediyor olmasının payı büyük olsa gerek.
"My Little Universe" gruptan beklemediğimiz ölçüde minimalist bir aranjmana sahip. Bu şarkının single olarak çıkıp çıkmayacağını bilemem, ancak DJ’lerin remixini yapmak için can atacaklarına eminim.
"Slow"da ise ilk defa -adeta ayıp olmasın diye kullanılmış- bir gitar duyuyoruz sonunda.
Andy Fletcher ropörtajlarında her ne kadar bu albümdeki blues etkisinin öneminden bahsetse de, hepimiz biliyoruz ki blues sadece harmoni kalıbı ve slide gitar demek değil. Albümü ikiye ayıran an, "Broken"da geliyor. Şarkı sözleri, melodisi, alt yapısı, nerdeyse her şeyiyle çok tanıdık gelse de, bu şarkı grubun kendini en rahat hissettiği alanda hala etkili şarkı yazabildiğinin bir kanıtı ve benim albümün belki de tekrar tekrar dinlemekten sıkılmayacağım tek şarkısı. "Broken"ın ardından albümü daha deneysel bir hava teslim alıyor. Grubun kariyerlerinin bu aşamasında yeni bir şeyler denemeye cesaret etmeleri takdir edilebilir, ancak bunu Depeche Mode’u Depeche Mode yapan en önemli özellikleri olan melodi yazma yeteneklerini harcama pahasına yapmış olmaları yazık olmuş. Zira art arda gelen beş şarkının her biri maceracı altyapılarına karşı son derece zayıf melodilerle bezenmiş. Vokal görevini Martin Gore’un teslim aldığı "The Child Inside" bunların ilki. DM’un adeta Bjork’ü andıran, abstrakt, eterik bir altyapı kurduktan sonra, üzerine son derece sönük ve ilhamsız bir melodi koyup bıraktığı bu şarkının ardından gelen "Soft Touch/Raw Nerve"de Gahan "Am I on the right track? (Doğru yolda mıyım?)" diye soruyor: Hayır, çünkü 1980’lerde yapmış oldukları müziğin daha yavan bir versiyonunu, üzerine bir kaç katman ekleyerek yeniden piyasaya sürmek asla doğru yol olmamalı.
Albüm, sürekli değişen elektronik alt sesler ve iki yarım nota arasında gidip gelen kromatik bir melodi içeren "Should Be Higher", ve gayet net bir şekilde konserde söylenmek için yazılmış hook ve antem temalarından oluşan "Sooth My Soul"ile devam ediyor. Kapanış şarkısı ise, dinleyiciye hemen Personal Jesus’ı çağrıştıran ama onun ikinci sınıf bir kopyası olmaktan öteye geçemeyen "Goodbye". Peki o zaman, güle güle.
Öne çıkan şarkılar: "Broken", "My Little Universe"
Not: 2.5/5.0