Müzede, galeride dans etmek gayet keyifli ama İstanbul’da her gün başka bir sanat mekanını yitirmek, ya da mekandaki mevzileri yitirmek üzücü…
Müzeler benim için hiçbir zaman sıkıcı yerler olmadılar. En kötü müzede bile oyalanabileceğim bir şeyler buldum, her zaman… Kimi müzede doğum günü kutladım, pasta yedim, kimisinde ders verdim, oyun yaptım, sergi kurdum, kimisinde çıplak saunaya girenleri şaşkın şaşkın seyrettim… Yani sıkıcı müzeleri bile severim ama dans edebildiğim müzeleri daha çok severim. Yazının başlığı Halil Altındere’nin "Dans edemediğim devrim, benim değildir" başlıklı sergisi ve aynı adlı yapıtını çağrıştırıyor. Tabi bunu küratör René Block mu buldu yoksa Halil mi onu bilmiyorum. Sadece savaşarak değil, dans ederek de devrim yapılır. Gezi’den aklımda kalan en net kare, Taksim meydanındaki büyük halay: Kalpaklı bayraklılar ile yeşilsarıkırmızı eşarplıların yan yana, hep beraber dans etmeleri… Yazıyı yazmama da Pera Müzesi’nin 10 yıl partisinin vesile olduğunu söylemeliyim. Halka açık gecede hem eğlendim hem de iyi yapıtlar gördüm.
Müze müdürü Özalp Birol’un yaklaşımını Müzecilik öğrencilerime örnek gösterdim; dönem ödevi olarak sorduğum soruya istinaden: Sıkıcı bir müze gezilir hale nasıl getirilir? İyi müzecilik sadece iyi sergileme yapmak değil bunun seyirci ile buluşmasını da sağlamak aslında… Müzede dans kavramı ile aslında PS1’ın DJ partileri ile tanışmıştım, seneler evvel. PS1 hem çok iyi sergiler yapar, hem de çok iyi açık hava partileri ama hala köşedeki pizzacı müzenin yerini bilmez. Böyle de makus bir tarihi var New York’taki kurumun. İstanbul Modern de bu sene 10. yılını kutladı ve o da bir parti yaptı. Hem de Pera’dan önce. Modern’de de dans ettim, hem de özel olarak giydiğim Elvis kostümü ile…Nezaket Ekici ve Şükran Moral da bana program dışı eşlik ettiler, sağ olsunlar. İstanbul’daki Müze partilerini çözümlediğimizde aslında ikisinin de birer barışma toplantısı olduğunu görmemiz lazım: Pera gençlik ile barışmak istiyordu, Modern ise sanatçılar ile… Dünya müzeleri, tırnak içinde, dansa (hareket/ performans), barışmanın ötesinde, biryapıt olarak bakabilirler. Örneğin Tino Sehgal’in yaşayan sanat (live art) olarak tarif edilebilinen işlerinde, müze güvenlik görevlileri boş salonlarda çılgınca dans ederler.
Geçtiğimiz aylarda, yine bir sergi açılışı sonrası arkadaşlarım beni dans etmek için Asmalı Mescit’te bir yere davet ettiler. İsmini hatırlamadığım mekanda, biramı ısmarladıktan sonra, çakır keyif halde dans etmeye hazırlanırken donup kaldım. Zira mekanın eskiden sergi yapmış olduğum galeri; Selda Asal’ın Apartman Projesi olduğunu fark ettim. Üstelik üst katının, yani şimdi tuvalet olarak kullanılan kısmın da uzun süre bir alternatif tiyatro ve başka bir galeriye ev sahipliği yapmış olduğunu hatırladım. Biramı yudumlarken midem kasıldı. Bardağı bitiremedim… Müzede, galeride dans etmek gayet keyifli ama İstanbul’da her gün başka bir sanat mekanını yitirmek, ya da mekandaki mevzileri yitirmek üzücü. Ama Türkçe pop’taki en ritmik parçalar da aslında en kederli olanlar değil mi?