Oral Çalışlar, "Çocukluğumun Tarsus’u"nda 1940’ların sonundan başlayarak doğup büyüdüğü, kimliğinin gelişmesinde özel bir yeri olan Tarsus’u belleğinde birikenlerle anlatıyor.
Kişisel tarih her zaman ilgi çekicidir. Yaşanan coğrafyayı, dönemi, olayları, kişileri, yaşam biçimleri ve alışkanlıklarını anlamak için en değerli biricik kaynak olmasıdır belki kişisel yaşam öykülerini çekici kılan. Aslında genel geçer anlamda kabul edilene, ‘resmi tarih’ anlatılarına, anlatılan dönemin arka plana mikroskobik bir bakış sağladığı için ayrıca kıymetli olması gerekir böyle metinlerin.
Kişisel tarihin yazıya dökümünün insanın geçmişine ve kendi gerçeğine yapabileceği en üretken ve ilginç yolculuklardan biri olduğunu söylersek sanırız abartmış olmayız. İnsanoğlunun, eğer olgunluk dönemi diye bir dönemi varsa işte bu tür bir yolculuğa çıkmanın tam zamanıdır. Bu yolculuk sübjektif olacaktır haliyle ancak bu türden anlatılara şahsiyet ve lezzet katan şey; anlatılan döneme- çocukluk, gençlik, aile- belli bir mesafeden bakarak, kişinin kendisiyle ilgili ipuçlarını yorumlama işini biraz da okuyana bırakması olsa gerek.
Gazeteci-yazar Oral Çalışlar’ın kaleme aldığı ‘’Çocukluğumun Tarsus’u’’ (Everest, Temmuz 2014) böyle bir iç yolculuğun meyvesi. Çalışlar, 1940’ların sonundan başlayarak doğup büyüdüğü, kimliğinin gelişmesinde özel bir yeri olan Tarsus’u belleğinde birikenlerle anlatıyor. Zaman zaman geçmişle başlayıp zamanı günümüze getiriyor. Kitabı kendine has kılan en önemli özellik, yazarın kendine odaklı bir çocukluk –gençlik portresi çizmekle kalmayıp aynı zamanda geçmişiyle, gelenekleriyle, yemek kültürüyle, yaşam biçimiyle, artık var olmayan Giritliler, Çerkezler veya Afganlar gibi halklarıyla ya da Ermeniler gibi memlekette adeta numune olarak kalan bir avuç insanıyla bir kentin bir döneminin saklı sesini duyulur kılması.
Yılların gazetecilik tecrübesiyle Çalışlar, anılarını bir şehrin otoportresi gibi okumayı sağlıyor. Yazarın nasıl bir aileye doğduğu, çocukluğu, gençlik yıllarının yanı sıra Doğu Akdeniz’in bu pek de bilinmeyen kenti hakkında pek çok şey öğrenmek mümkün. Ailesinin siyasete olan ilgisi ve CHP-TİP saflarındaki mücadelesinden kaçınılmaz olarak etkilenince politik tercihini ilk gençliğinde sosyalizmden yana koyan Çalışlar, öğrencilik yıllarından başlayarak uzunca bir dönem aktif olarak siyasetle ilgileniyor. Haliyle başı beladan hiç kurtulmuyor. Çalışlar’ın siyasi mücadele yıllarının, geçtiği ve ulaştığı yolların ayrıntısı kitapta mevcut.
Kitabı bir kentin otoportresi olarak ilginç kılan detaylara gelince… Tarsus, 1800’li yıllardan, Çukurova’nın bereketli pamuk tarlalarından gelen önemli bir sanayi mirasına sahip bir kentmiş. Türkiye’deki ilk elektrik santralinin Tarsus’ta kurulduğunu ve 1902 yılında II. Abdülhamid döneminde henüz İstanbul’da yaygın kullanılmazken Tarsus’un elektriğe kavuştuğunu, Amerikalılar tarafından misyoner okullu olarak kurulan Tarsus Amerikan Koleji’nin zamanla Tarsus’un en önemli eğitim ve kültür kurumu haline gelip Türkiye için önemli değerler yetiştirdiğini, kısacası sıradan bir Anadolu kasabasının geçirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel dönüşümü Çalışlar’ın anılarından öğreniyoruz.
Kleopatra ve Hıristiyanlığı yaymak üzere yolu Tarsus’tan geçen St. Paul (Sen Pol) gibi tarihi kişiliklere kucak açmış olan bu kent, rivayete göre Doğu Roma İmparatoru Marcus Antonius ile Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın ilk defa yüz yüze geldikleri ve Antonius’un göz kamaştırıcı kraliçeye ilk görüşte aşık olduğu yermiş aynı zamanda.
Çalışlar, anılarında zaman zaman aile büyüklerini yâd ediyor; okuru, kimi zaman Tarsus’taki evinin mutfağına sokup yöreye özgü karakuş, sarığıburma, baklava, taş kadayıfı, kerebiç gibi adını ilk kez duyduğumuz tatlılardan ve yemeklerden bahsediyor. Ancak Tarsus’un tarihi anlatılan bu tatlılar kadar lezzetli olmamış her zaman. 1915’ten önce, 1909’da Tarsus’ta korkunç bir Ermeni katliamı olduğunu öğreniyoruz kitaptan. Anadolu’nun bu kadim halkının başına gelenlerin üstünün örtüldüğü, büyüklerin de ser verip sır vermedikleri için bugüne dek bu konuda doğru dürüst bir bilgiye ulaşılamadığını belirten Çalışlar, Ermenilerin Tarsus’tan neden ve nasıl kopup gittiğini ancak 1995’te Ermenistan’a yapılan bir basın gezisinde öğrenip bu gerçeğin peşine düşmüş. Çalışlar bu araştırmasında kendisine kaynaklık eden bir kitaptan söz ediyor. 1908’de Tarsus Amerikan Koleji’nde öğretmenlik yapan Helen Davenport Gibbons’un ‘The Red Rugs of Tarsus’ (Tarsus’un Kırmızı Kilimleri). Türkçeye yazıldığı tarihten 100 yıl sonra çevrilebilen bu kitap, Tarsus tarihine araştırmalar için de önemli bir kaynak Çalışlar’ın aktardığına göre.
‘Çocukluğumun Tarsus’u’ ’nu okumaya niyeti olanlar ister Oral Çalışlar’ın kişisel albümünden sayfalar çevirir gibi okusun; ister 1950’lerin 60’ların Tarsus’uyla birlikte Türkiye’nin bir döneminin anlatısı olarak. Her iki okumanın da enteresan olacağı kesin…