A password will be e-mailed to you.

 

41. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim filmler arasında çocukların ve gençlerin dünyasına girebilen, bize onların gözünden zamanımızı anlatan üç film öne çıktı: Sonne, Un Monde ve C’mon C’mon. Üçü de bambaşka tarzlarda, ama çok iyi yapılmış filmler ve insanı derin düşüncelere sürüklüyorlar. Çocuğum yok ve geleceği düşünmek zorunda değilim, diye derin bir nefes almama bile fırsat tanımadan beni kaygılara boğdu, bu üç film…

1990 yılında Irak’ta doğan Avusturyalı Kürt yönetmen Kurdwin Ayub, Sonne ile Şubat ayında Berlin Film Festivali’nde Encounters bölümünde yarıştı ve festivalin bütün bölümlerinden derlenen adaylar arasında En İyi İlk Film ödülünü kazandı. Ünlü yönetmen Ulrich Seidl’ın şirketinin yapımcısı olduğu Sonne, farklı kültürlerin kaynaştığı bir çevrede biri Avusturyalı, biri Yugoslav kökenli, biri de Iraklı Kürt üç liseli kız arkadaşın hayatlarındaki bir dönüm noktasını anlatıyor. Üç genç kız, kardeşleri ve arkadaşları farklı dinler ve kültürlere aidiyetten kaynaklanan bir kimlik çatışmasından çok sosyal medya etkisiyle zamanımıza özgü bir varoluş bunalımı yaşıyor.

Üç arkadaşın ve genel olarak bütün gençliğin sosyal medyayı yoğun biçimde kullanmaktan öteye geçip adeta orada görünür ve popüler olmak için yaşar hale geldiklerini gösteriyor. Filmde gördüğümüz hiçbir genç kendi halinden, olduğu gibi görünmekten ve sürdürdüğü hayattan memnun değil. Makyaj yaparak, farklı giyinerek, filtreler kullanarak, ünlüler gibi müzik videoları çekerek, şaşırtıcı, hatta dehşet verici eylemlerde bulunup bunların videolarını paylaşarak, sırf sosyal medyada fazlasıyla beğeni kazandıkları için gerçek hayatta da rağbet gören hatta kanaat önderi gibi ciddiye alınan gençlerin sanal olmayan gerçeklikte içine sürüklenebilecekleri tuhaf ve tehlikeli durumları bu film mükemmel biçimde özetliyor.

Kurdwin Ayub’un karakterlerinin psikolojik derinliğini, din ve göç olgularını özenle ele alıyor, sosyal medyada farklı kimliklerle görünür ve popüler olma, kendilerini gösterme ve başkalarını izleme merakının voyörizm ve skopofili kavramları çerçevesinde yorumlanması gereken boyutunu sergiliyor. Ama asıl mesele bakışlarını telefondan, sanal alemden gerçekliğe çevirdiklerinde başlıyor…

Şiddet her yerde

41. Festivalde beni en çok etkileyen film Belçika yapımı Oyun Alanı / Un Monde oldu. Geçen yıl Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış bölümünde FIPRESCI Ödülü kazanmış olması önemli bir referanstı ama fırsat bulup hakkında bir şey okumadığım için öncelikle meraktan gittim izlemeye…. İzlediğimde de meslektaşlarımın seçimine saygı duydum. Sonuncusu 2014 yılında Cannes’da yarışan Les corps étrangers olan üç kısa film çekmiş bir yönetmenin şimdiden bu kadar ustalaşmış olması hayranlık verici. Ne yaptığını ve nasıl yaptığını çok iyi bilen, hedefine kilitlenmiş, çocuk oyuncularından mükemmel performans almayı başaran, kameranın ardındaki kişiliği net biçimde ortaya koyan bir sinemacı Laura Wandel. 16 yaşındayken Chantal Akerman’ın Jeanne Dielman 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles adlı filmini izlemiş ve yönetmen olmayı kafasına koymuş.

Filmin uluslararası adı Playground, Türkçeye de öyle çevrildi. Özgün adı Un Monde, ‘Bir Dünya’ anlamına geliyor. Ne ticari olabilen ne de izleyiciye film için ipucu veren bir isim… Fakat ilkokulda akran zorbalığından mustarip olan iki kardeş için okul bahçesi sağ kalmaları gereken bir dünya, onların dünyası orası. Wandel hemen hemen bütün filmi orada, kısmen de okul binasının içinde çekmiş. Ve bütün filmi bize okula yeni başlayan Nora’nın gözünden aktarıyor. Kamera sürekli onu takip ediyor ve olayları onun bakış açısından yansıtıyor. Ondan iki yaş büyük, yaşıtlarının yanında oldukça zayıf kalan ağabeyi Abel’in uğradığı zulme tepki gösteren Nora’nın okul hayatı kabusa dönüşüyor. Ağabeyine yardım etmek istiyor ama çabaları geri tepiyor… Dünyadan bihaber o küçücük kızın onun öksüzlüğünü ve yoksulluğunu, babasının işsiz oluşunu hemen fark eden arkadaşlarına kendini kabul ettirmeye çalışması son derece acıklı. Şiddet gören ağabeyiyle empati kuramayan, onu zayıf bir halka olarak aşağılayan diğer çocuklara karşı kendini mahçup hissediyor ve bu yüzden ağabeyine de içerliyor.

Sevgi, merhamet ve adalet dolu küçücük yüreği parçalanıyor arada kaldığı için… Öğretmenlerin duyarsızlığı babasının yanlış girişimleriyle birleşince cehenneme dönen okul bahçesinde sürekli gözyaşı döküyor Nora, ama Laura Wandel bu küçük kızın içindeki gücü öyle bir ortaya koymuş ki finalde unutmak mümkün değil.

Çocuk insanın babasıdır

Başparmak / Thumbsucker adlı filmi 2005 yılında Sundance ve Berlin film festivallerinde yarışan Mike Mills’in 2021 yapımı filmi C’mon C’mon tipik bir Amerikan bağımsız yapımı. Joacquin Pheonix’i bir kez de ‘gerçek’ bir insan rolünde izlemek iyi geliyor, ama 2009 doğumlu rol arkadaşı Woody Norman onu gölgede bırakıyor! Dünya prömiyerini Telluride Film Festivali’nde yapan, belirli bir kesimin pek sevdiği, ama gereğinden uzun, pedagojik ve didaktik olduğu için umulduğu kadar başarı kaydedemeyen bir film bu… Fakat sinematografik başarısı gözden kaçmadı ve görüntü yönetmenliğe odaklı en önemli festival olan Camerimage’da taçlandırıldı.

Siyah beyaz lirik görüntülerine rağmen gücünü diyaloglarından alıyor C’mon C’mon. Amerika’nın dört bir yanında çocuklarla röportaj yaparak onlara hayata ve geleceğe dair görüşlerini soran radyocu Johnny, kızkardeşi Viv bipolar eşi Paul ile ilgilenmek zorunda kalınca bir süre yeğeni Jesse’ye bakar. Zeki, hassas ve hareketli bir çocuk olan Jesse ile vakit geçirmenin Johnny’yi nasıl değiştirdiğini ve uzak kaldığı kızkardeşiyle yakınlaşmasını sağladığını izliyoruz C’mon C’mon’da… Sonne ve Oyun Alanı’nda olduğu gibi büyük travmalar ve bunalımlar yok bu filmde, ama en basit haliyle aile olmanın ve çocuk yetiştirmenin göz korkutucu zorluğunu anlatıyor. Bir yandan da insanın ne kadar ‘yetişkin’ olup olmadığını ancak bir çocuğun sorumluluğunu aldığında sorguladığını gösteriyor.

William Wordsworth’ün My Heart Leaps Up şiirindeki “The Child is father of the Man” dizesi geldi aklıma… “Kalbim yerinden fırlar gökyüzünde / Bir gökkuşağı gördüğümde: / Hayatım başladığında böyle oldu; / Büyüdüm artık yine öyle; / Yaşlandığımda da öyle olsun, / Yoksa öleyim gitsin! / Çocuk insanın babasıdır; / Dilerim ki ömrümün günleri / Birbirine doğal bir inançla bağlanır.”

Çocuklar masum değil, yönetmenler hiç değil!

Yönetmenler bizi çocuklarla sınadı bu festivalde… Eskil Vogt’un Masumlar’ını o kadar sevmedim ki aldığı olumlu eleştiriler beni en az film kadar irrite etti.

X Men’deki Magneto karakterinin sağ kolu olabilecek süpergüce sahip, tamamen kötücül, annesi ‘hem şırfıntı hem şirret’ Ortadoğulu göçmen çocuğa karşı gözüyaşlı annesi Afrikalı ama ölen babası Norveçli vitiligo hastası küçük kız ve büyüğü otistik iki sarışın Norveçli kızkardeşin direnişini anlatan bu fantastik arthouse gerilim filmi ırkçılık sınırına dayanıyor.

Cannes’da Oyun Alanı ile aynı seçkide yer alması sinemasal çeşitlilikten çok gerilim türünün -çok ihtiyaç varmış gibi- iyi yapılmış bir örneği olması. Karakterlerin çocuk, filmin adının Masumlar olması da yetişkinleri yerinden sıçratmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 11:21:21