A password will be e-mailed to you.

Senaristliğini ve yönetmenliğini Ali Kemal Güven’in yaptığı, ilk gösterimi 41’inci İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştirilen ve festivalden ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülüyle dönen Çilingir Sofrası, geçtiğimiz günlerde Gain’de yayına girdi.

İki eski dostun yarım kalmış hikayesini gün yüzüne çıkaran filmin oyuncularından tiyatro sanatçısı Barış Gönenen,  sinema yazarımız Arzu Arda Deger’in sorularını yanıtlayarak filmin hazırlık sürecine, tiyatroyla sinema arasındaki farklılıklara ve Türkiye’deki kimi azınlıkların kamusal alanda temsiline dair konuştu.

 

Merhaba, sohbetimize ilk olarak filme dahil olma sürecinizi ve projedeki yolculuğunuzu dinleyerek başlayalım istiyorum. Filmin senaristi ve yönetmeni olan Ali Kemal Güven’le nasıl tanıştınız, size projeyi anlatışından kabul edişinize dek geçen süreci biraz anlatır mısınız?

Pandeminin ortalarında birkaç ay için aileme ait olan Antakya’daki köy evine taşındım. Sanırım Kasım ayıydı. Ali Kemal beni aradı, bir proje üzerine çalıştığını ve benimle çalışmak istediğini söyledi. Yapımcımız Seda Özkaraca’nın da olduğu bir online toplantı yaptık. “Ali Kemal bir şeyler yazacak, sonrasında konuşacağız” sözleşmesi ile toplantıyı bitirdik. Birkaç ay sonra bana bir e-posta attı ama yolladığı senaryo bahsettiğinden bambaşka bir şeydi. Çilingir Sofrası’nı ilk kez böylece okumuş oldum. Hem rolü hem de senaryoyu okur okumaz da çok sevdim.

Senaryoyu ve oynadığınız Emir Can karakterini okuduğunuzda ilk duygunuz neydi? Set öncesinde ya da sette karaktere/ mizansenlere müdahaleniz, katkınız oldu mu; paslaşmaya açık bir yönetmenle mi çalıştınız?

Emir Can’ı, senaryoyu okuduğum ilk andan setin son gününe kadar anlamaya çalıştım. Ali Kemal’le çalışmak çok konforlu. Oyuncunun aklına çok güvenen bir yönetmen. Biz set öncesi Rıfat’la hiç prova yapmadık -bu Ali Kemal’in özel talebiydi- fakat Ali Kemal’le baş başa çalıştık. Sahne sahne karakterin hikayedeki sürecini ve geçmişini konuştuk. O ne istediğini çok iyi biliyordu, kendi ekseninden kaymadan bize çok alan açtı. Fikirlerimizi ve önerilerimizi önemsedi. Açıkçası tamamı Ali Kemal’in hayalinin yansıması diyebilirim ama bize açtığı alanla da şekillenen karakterler oldu. Çok iyi yazılmış bir şey olunca, oyuncu için işler çok rahat ilerliyor. Şöyle söyleyeyim mesela tek bir kelime doğaçlama dahi yapmadık. Ne eksik ne fazla senaryoyu oynadık.

“Çilingir Sofrası’ndan sonra bütün setler çok gürültülü geldi”

Senaryoyu okumak, replikleri ezberlemek ön çalışmaya ait eylemlerdir ancak filmin dünyası sette tüm detaylarıyla tamamlanınca oyunculuğa nasıl bir katkısı oluyor? Çilingir Sofrası’nın seti nasıldı sizin için?

Ben tiyatro kökenli bir oyuncuyum, sette oyunculuk yapmak bana çok zor geliyor. “Çilingir Sofrası” çok oyuncu merkezli bir setti. Hem Ali Kemal hem de Seda, bu setin işleyişini tamamen bizim üzerimize kurdu. Hikâyeye hizmet eden bir dünyası vardı setin. Ben bazen gerçekten o meyhanede Rıfat’la baş başa kaldığımı hissediyordum. Herkes hikâyeye çok inanıyordu. Görüntü yönetmenimiz, set ekibimiz, yönetmen… Bazen o masaya hep beraber oturduk. Çok güzeldi. “Çilingir Sofrası” setinden sonra bütün setler bana çok gürültülü geldi.

Filmdeki partneriniz şahsen benim de çok kabiliyetli bulduğum bir aktör; Ahmet Rıfat Şungar. Daha önceden tanışıyor muydunuz? Film üzerine birlikte konuştuğunuz hususlar oldu mu? Neticede oyuncusunuz, profesyonelsiniz ve işiniz “mış gibi” yapmak, ama biz (seyirci) sizi çok keyifle izledik ve çok sahici bulduk. Sizin taraftaki hisler nasıl?

Rıfat’la yıllar önce Altın Portakal’da tanışmıştık. Yıllar içinde de tanışıklıktan öteye bir arkadaşlığımız olmadı. Bu filmle de ilk kez beraber çalıştık. Ali Kemal’in bizden bir isteği vardı. Hiç yan yana gelmeyin ve prova yapmayın dedi. Zaten Ali Kemal bizimle baş başa çalıştı. Çünkü on yedi sene sonra karşılaşmanın tansiyonunu merak ediyordu. Ki zaten filmi izleyince de birbirimize biraz yabancı başlıyoruz sonra film ilerledikçe biz de daha yakınlaşıyoruz. -kronolojik çekildi- Rıfat oyuncu olarak hep hayran olduğum biriydi ama film sürecinde ve sonrasında insan olarak da hayranım ona. Çok kıymetli bir süreç geçirdik. Filmde birbirimizin kalbine dokunduk sonra da çok yakın arkadaş olduk. Onunla partner oynamak ve arkadaş olmak çok büyük şans.

Üç festivalde de -İstanbul, Adana ve Ankara Film Festivalleri- En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü Ahmet Rıfat Şungar’la birlikte aldınız. Ödülün paylaştırılmasını pek onaylamam, “en iyi” bir tanedir ama ilk kez itiraz etmedim, doğrusu da buydu bence. Sadece seyirci kanadında değil sektörün “bilirkişileri”nce de onaylanan bir başarı söz konusu.

Evet bütün ödülleri bölüştük. İkimiz de tek başımıza alsak bu kadar mutlu olmazdık. Bizim için harika bir anı oldu.

“Bizde aileden başlayan ve topluma yayılan ‘herkesin bildiği sırlar ülkesi’ durumu var”

Film hem çok bireysel hem de toplumun bir kısmını da ilgilendiren kuir bir hikâyeye sahip, politik olduğu da su götürmez bir gerçek. Irk, inanç, cinsel kimlik… Hangisi olursa olsun, olduğumuz şeyle yüzleşememek, onu kabullenememek ya da olmadığımız şeyi toplum bakısıyla kabullenmek gayet politik bir mesele. Film mesaj verme kaygısı gütmüyor ama bunun üzerine de kelam ediyor. Siz neler dersiniz?

Tarihin bu noktasında, Türkiye’de queer bir hikâye anlatmak kadar politik bir şey olduğunu sanmıyorum. Toplum, kendi normlarına uymayan bütün kimlikleri kendinden vazgeçmeye zorluyor. Aslında bu bütün kimlikler için geçerli. Irksal, dinsel ya da cinsel azınlıkların kamusal alanda görünür olmasının toplum adına bir tehdit olduğu gibi tuhaf bir algı söz konusu. Bizde maalesef aileden başlayan ve bütün topluma yayılan bir ‘’herkesin bildiği sırlar ülkesi’’ durumu var. Ama biri çıkıyor ve kamusal alanda kimliğinden hiç korkmadan, tereddüt etmeden bahsettiği zaman büyük bir çözülme yaşanıyor. O yüzden Emir Can’ın tavrı çok güçlü ve kıymetli. Ali Kemal yazdığı hikâyede ‘’politik’’ tek bir kelime etmeden, politik olanın tam kalbine nişan alıyor. Çünkü dünyanın en sıradan iki adamını anlatıyor. Toplum ve eşcinsellik arasında bir mesafe kurmuyor.

Tek mekân, tek gece, 1 masa ve yarım kalmış bir gençlik aşkı… O masa, filmde bir dekordan daha fazlası; aranızdaki mesafeye de yakınlığı da katkısı var. Kültürümüzde sofraya atfedilen önem malum, çilingir sofrası ise -çokça geçmişe dair- sohbetin, adabın, keyfin, demlenmenin, derdin, tasanın, ukde kalanın ağızlardan döküldüğü erkek çenebazlığının da simgesi. Filme ismini vermesini de katarsak çilingir sofrası da rakı da maskülen kodlanmış ögeler. Bu toksik erkekliğin panzehirini nerede görüyorsunuz? Filmlerin böyle bir gücü olabilir mi? (Sizin aldığınız geri dönüşler varsa onun üzerinden de konuşabiliriz.)

Çok doğru, filmin adı da tam olarak bu yüzden Çilingir Sofrası. Erkeklerin ve erkeklik kültürünün domine ettiği bir kale gibi. Erkeklerin; erkekliklerinden bahsettiği, eğilip büküldüğü ve gecenin sonunda da kırıldığı küçük bir erkeklik performansı aslında. Genel olarak her alanda kadınlar ve queerler görünür olmaya devam ettikçe bu algı değişecek. Çok fazla erkeğin olduğu alanlar herkes için güvensiz. Meyhaneler, kafeler, plazalar, setler… Kadınların ve queerlerin varlığı herkes için bir güven ortamı bence.

Sizce bu sofranın çilingiri kim?

Abla.

“Tiyatro oyuncu sanatıdır, sinema yönetmen”

Bir yardımcı yönetmen olarak tiyatro kökenli oyuncularla çalışmayı hem severim hem disiplinleri bakımından da yeğlerim; siz de bir tiyatro oyuncususunuz, çok fazla film deneyiminiz olmadı, hatta uzun metraj bir filmdeki ilk baş rolünüz. Hayır, o klasik “Tiyatro mu, sinema mı?” sorusunu sormayacağım 🙂 Set ile sahnenin oyun metodunuz açısından benzerlikleri, farklılıkları, birbirini besleyen ya da zorlayan yanlarını anlatın desem?

Açıkçası oyunculuk, oyunculuktur. Sahnede ya da sette yaklaşım açısından çok büyük farklar yok. Ben tiyatroda rol çalışırken kafamda bir yerde hep ‘bunu defalarca tekrar edeceğim’’ bilgisini tutarım. Dolayısıyla tiyatroda oyunculuk becerisi biraz tekrar etmek üzerine kurulu. Ama sinemada benim açımdan ‘’bu sahneyi oynarken o anın içinde bir şeyler değişebilir’’ bilgisi var. Yani özetle, tiyatro defalarca tekrarlanan sinema ise tek bir kerede çıkanın iyi olduğu alanlar. O yüzden benim gibi tiyatro kökenli bir oyuncu için kamera karşısında oyun oynamak çok zor. Ben geri dönüşü o an almayı biliyorum. Seyirciyi hissetmeyi tanıyorum. O yüzden sette çok yönetmen darlarım; ne oldu, nasıl oldu diye. Siz o klişe soruyu sormadınız ama ben o klişe cevabı vereyim. Tiyatro oyuncu sanatıdır, sinema yönetmen.

Bu tip rolleri oynadıkları zaman oyuncular çok “cesur” bulunur.  Ben sizi çok daha “cesur” bir rolde, Süleyman Arda Eminçe’nin yönettiği “Denizatı” kısa filminde izlemiştim, orada da kendi kimliğiyle yeni bir hayata başlayan travesti bir karakteri oynuyordunuz. Siz kendinizi cesur buluyor musunuz? 

Oyunculuk yapmanın kendisi zaten cesur bir eylem. Açıkçası ben rollere hiç öyle bakmam. “Kabileler Oyunu” benim kariyerimin en cesur işiydi. Sağır birini oynadım, aylarca işaret dili çalıştım. Duymamanın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sahnede sahici olabilmek için çok çaba harcadım. Çok riskli bir roldü. Benim anladığım cesaret bu. Rolün zorlayıcılığı karşısında aldığım tavrı cesaret olarak tanımlarım.

“Yusuf Efe sevgiyi hala o sanıyor”

Finale doğru arabanın içindeki sahnede Yusuf Efe’nin size mahrem yerini gösterip “Alsana” dediği an gözleriniz doluyor. Benim için filmin en etkileyici planıydı, biraz da meraktan soruyorum sahne mizanseni öyle mi yazılıydı, içten gelen bir tepki miydi? Neler geçti Emir Can’ın aklından?

Sahne tam olarak öyle yazıldı. Yusuf Efe sevgiyi hala o sanıyor, büyümemiş. Lisede Emir Can’ı nasıl seviyorsa hala öyle seviyor. Emir Can ise büyümüş ve sevginin bu demek olmadığını biliyor. Herkes için tanıdık bir an bence. Benim için de öyle.

Emir Can ve Yusuf Efe’nin, ilk kez rakıyı tokuşturduğu plandan itibaren kameraya bakarak oyunlarını devam ettirdikleri bir sekans var. Kameraya/seyirciye bakan, yani 4. duvar ihlali yapan bu reji tercihinde yönetmenin seyirciye de “sohbete hoş geldin” diyerek bizi masaya davet ettiğini düşünüyorum.  Bir de finalde bize bakan bir Emir Can var. Burada iki sorum olacak size: Yönetmenin amaçladığı farklı şeyler olabilir ama her ihtimalde 4. duvar ihlali seyirciyi rahatsız eder. Kameraya bakarak oynamak oyuncuyu da rahatsız ediyor mu? Finalde kameraya bakma fikri size aitmiş, spontane gelişmiş gibi hissettim, aslı nedir? 

Evet, Ali Kemal birkaç yerde filmi seyirciye açıyor. Başta Yusuf Efe ile finalde ise Emir Can’la… Meyhanede de kameraya baktığımız birkaç yer var. Ali Kemal daha iyi cevaplayacaktır ama hikâye ile seyirci arasındaki mesafeyi kaldırdığı anlar onlar. Enteresan bir his kameraya bakmak, aslında tiyatroda seyirciye dönmek gibi.  Finaldeki an tabii ki benim fikrim değil. Santim santim her şey senaryoda yazılı 🙂

Son olarak şu sıralar hangi projelerle meşgul olduğunuzdan bahsedelim mi? Emine Yıldırım’ın muhtemelen sizin için yeni bir festival yolculuğu başlatacak olan kurgu aşamasındaki son filminde oynadığınızı ve “Bir İhtimal Daha Var” isimli tiyatro oyununuzu biliyorum. Başka neler var? Gelecek projeler neler?

Emine Yıldırım’ın filmi kurguda, onun dışında birkaç gün sonra Aziz Alaca’nın ilk uzunu “Tek Başına” için sete giriyoruz. Önümde birkaç proje daha var ama şu an onları konuşamıyorum 🙂 Çok teşekkür ederim güzel sorular için.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:35:47