A password will be e-mailed to you.

Amerika kendiyle dolu ve şaşırtıcı biçimde kendi nostaljisinde yaşayan bir kültür. Tarihinin kısalığı onun gelecek tasarılarında başı çekmesine alan açıyor; diğer yandan ise bu kısa tarihten damıttığı sanal domestikliğe duyulan özlem bir alternatif gerçekliği sürüklüyor. “Americana” etiketi altında toplanan bu nostaljik yaşam tarzının pazarlanmasıyla vatandaşlarda bir düzen algısı oluşturuluyor; o sırada dünya pazarlarındaki tüm düzenler bozuma uğratılıyor.

Amerika hem bir canavar hem de sizi canavardan koruyan ebeveyn rolünde; global stresin kaynağı olduğu kadar onun yatıştırıcısı olmayı da vaadediyor. Bunu yapmaktaki temel araçlarından biri de elbette Hollywood.

Hollywood, içeride düşük bütçe “feel good” filmlerle düzenli aile yaşantısının sınırlarını tekrar tekrar çizerken dev bütçeli görsel taarruzlarla hepimizi yarının konseptlerine alıştırmak görevine de sahip. Tehlikeli gerçekleri gösteren fakat daima her şeye belli bir mesafede duran o göz tüm Amerikan filmlerinin kameralarında karşılıyor bizi.

Göstermekte özgür olduğunu söyleyebilmek için gösteren bir göz bu; gösterdikleriyle ilgileniyor mu asla bilemiyoruz, asla emin olamıyoruz ama göstermek konusunda mahir olduğunu biliyoruz.

“‘Psikopatların önemli bir özelliği,’ diye açıklamaya devam etti Mitzi, ‘etraflarındaki insanlar esnediğinde esnememeleridir. Psikopatlar empati kurmaz. Ayna nöronlardan yoksundurlar.‘”*

Hollywood’daki bir çığlık tasarımcısı etrafında şekillenen eldeki romanın yazarı Chuck Palahniuk bizi dehşetten dehşete sürüklerken tüm acılarla dalgasını geçmeyi de ihmal etmiyor. Kariyerinin tamamı ilk romanı Dövüş Kulübü’ndeki tutan formülün varyasyonlarından ibaret biri için bu tutum hiç de şaşırtıcı değil.

Palahniuk’un yazarlığı benim için ani gelen ünün üzerini örttüğü şüpheli olmamışlık filizleriyle dolu; öyle ki Çığlık da bu sorunlu yaklaşımın devam ettiğini teyit etmekte.

Oysa okurları nezdinde Palahniuk girişte bahsettiğim o Amerikan ikiyüzlülüğünün karşısına dikilen devlerden biri. O, sistemin oluşturduğu ölümcül baskılamaları dökümante eden bir alaycı rolünde; görüyor, belgeliyor ve varla yok arasındaki kafesinizi başkalarına işaret edebilmenizi sağlayan notlar sağlıyor. Amerikan tipi kapitalizmin habis ofis odacıklarından sızan büyük bulantının şeceresini ortaya döküyor, işleyen makinenin arka planındaki psikopatolojileri bir bir ışığa tutuyor ve Long Island ice tea’sini kapıp dört yandan dökülen övgüleri seyrediyor.

Genç kadının bulunduğu asansör kabininin kapıları kapandı ve asansör gitmesi gereken kata doğru çıkmaya başladı. Lobide her biri farklı bir asansörün yerini gösteren dikey şekildeki kırmızı ışıkların olduğu paslanmaz çelikten bir panel bulunuyordu. Genç kadının bindiği asansör on yedinci katta durdu. Aynı katta başka bir ışık daha durdu, sonra birkaç kat aşağı indi. Belli ki kız ondan kaçmak için asansör değiştirmişti.**

Amerikan edebiyatı dendiği zaman iki farklı uca doğru genişleyen iki açılımdan bahsedilebilir. İlki mesela Maksim Gorki’nin Benim Üniversitelerim gibi klasiklerden farklı tarzda bir gerçekçiliğe açılan kapıdır. Buradaki gerçekçilik kapitalist dengesizliğin tüm düşüş ve yükseltilerini yargısızca gözlemlemekten geri durmaz; bu anlamda bakışı, eleştirellikten öne yerleştirmektedir ve detayda seçiciliği resmin mümkün olan en tam versiyonunu sunmaya yönelik kullanmaktadır.

Amerikan edebiyatı, insana ve kapitalist gerçekliğe dair daha önceki kültürlerde rastlanmamış spesifik bir mevzilenmeye sahiptir. Bu pozisyonunu güçlendirmek için de diğer Amerikan sanatlarının özgün katkılarını hızlıca içselleştirerek kendini güncellemektedir.

Bu zenginlikler, çizgi roman ile sinemadan devşirilen kamera hareketleri; Caz ile Hip Hop’tan ödünç iletişim temposu değişimleri; Soyut İfadecilik’ten çıkarımlanan şekil ötesi izlenimcilik gibi çoğaltılabilir ki mesela bunların derin Amerika’nın geleneksel formlarını resmetmekte kullanılması William Faulkner gibi büyük öncülerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

İyi tamam da Amerikan edebiyatının genleştiği diğer yön neresi olmuştur? Kısaca, maksimum tüketim yöneliminde türetilen bir ucube sanatsallık ya da gişe canavarı “blockbuster” filmlerin içi boş dünyasının farklı kalibrelerde kağıda yansımış halleri demek yeterli. Amerikan yayıncılığının tesisiyle paralel biçimde kendi havuzunda fokurdayan bu derin damar, dedektif romanları gibi özel janraların doğmasında olumlu rol oynamışsa da bol okura ulaşmak adına arzu kışkırtıcılığından yararlanması hasebiyle edebiyatın kirlenmesinin temel sebeplerindendir.

“Pulp Fiction” romanlardaki iç gıcıklayıcı temaların farklı kombinasyonlarla re-mikslenmesi de “sömürü” filmleri”ne giden yoldaki duyarsızlaştırma pratikleri de tek hedefi sürükleyicilik olan aksiyon kurgulardan “thriller” kategorisinin inşasına dek alana enjeksiyonlanan ticaret şişirmesi de Amerikan etiketli bu ikinci yönelimin sonucudur.

Büyük vitray penceredeki küçük bölme, dışa doğru fırladı. Dahası patlayan ampuller ve paramparça kil kiremitler parlak bir kar fırtınasına dönüştü. Kırılan şeylerin dik eğimli gövdesi. Binanın tüm darmadağınık ve karmaşık taslağı titriyor gibiydi.“***

Büyük Amerikan atlasını böylece ortaya sermişken bu saptamalar bizi nereye mi ulaştıracak?

Eğer Çığlık romanını okumaya karar verirsek haftanın iğrendiricilikleri menüsünden yalapşap yağmalanan öğeler ile nasıl zorlama bir çerçeve çatıldığını farkedeceğiz.

Profesyonel yazarlık refleksleriyle okuru şok etmek adına üretilen bütünlerin nasıl da roman vasfına karşılık gelemeyeceğini anlayacağız.

Hangi eğilimin hangi romancılığı doğurduğunu ve büyük zannettiğimiz isimlerin gerçekte sanatlarına da insanlığa da ne derece değer verdiklerini sorgulayabileceğiz.

Belki de beynimizi presleyen büyük abartı mengenesinin dışına çıkmak için bir cesaret kıvılcımı bulabileceğiz ve kendi eleştirel seçimlerimizle yeni edebî beğeniler şekillendirebileceğiz.

*Chuck Palahniuk, Düşbaz, Nisan 2024, Çevirmen: Yasemin Büte

**sayfa 74

***sayfa 53

***sayfa 99

Daha fazla yazı yok
2024-12-21 17:00:41