A password will be e-mailed to you.

Çağımızın en önemli sanatçı çifti Christo (1935-2020) ve Jeanne Claude (1935-2009) aynı anda iki üç proje üzerinde çalışır. Dev açık hava eserlerinin gerçekleşmesi için sürekli uçağa binerlerdi. Birinin düşmesi durumunda diğerinin çalışmaya devam edebilmesi için her zaman ayrı uçaklarda uçarlardı. Aktarma uçuşuna giderken birbirlerini öpüp öyle ayrı uçaklara geçerlerdi. En ihtiyaç duyduğumuz şeyin uçak olduğu şu çaresizlikle dolu sıkıntılı günlerde Christo’yla yapılan The Talks söyleşisini Elif Şahin’in çevirisiyle yayınlıyoruz.

 

 

Christo, siz ve eşiniz Jeanne-Claude 1935’te aynı gün doğdunuz, fakat tamamen farklı ülkelerde. Kadere inanır mısınız?

Jeanne-Claude “Aynı gün doğan milyonlarca insan var” derdi her zaman. Biz tanışmış bulunduk, hepsi bu. Bu olağandışı olmayan bir şey. Ama kader olmayan birçok şey var. Kendi kaderini kendin yaratırsın.

 

Yaklaşık 50 yıl birlikte çalıştınız. Onsuz, aynı sanatçı olur muydunuz?

“Eğer Çinli olsaydım ne olurdu?” sorusunu sormakla aynı soru bu (gülüyor). Bu gibi şeyleri tartışamayız- eğer, eğer, eğer- diye bir şey yok. 80 yıl yaşadıktan sonra, ‘eğer’ diye bir şey yoktur. Yalnızca tek bir ‘eğer’ söyleyebilirim: 1957’de Batı’ya kaçtığım için oldukça şanslıydım. 1956′ ya kadar Bulgaristan’ın dışına hiç çıkmamıştım ve eğer Batı’ya gitmeseydim muhtemelen her şey farklı olacaktı.

 

Sovyetlerin modern sanata karşı çok katı bir politikası vardı, bu yüzden hiç sanat yapmamış olabilirdiniz.

Küçükken, yaklaşık 5-6 yaşlarımdayken sürekli resim yapardım ve ressam olmaya bu yaşlarda karar vermiştim. Başka hiçbir şey düşünmüyordum. Fakat doğru, 40’ların sonlarında ve 50’lerin başlarında, Sovyet Bloğu ülkelerinde modern sanatın çoğunun görünür olmasına izin verilmedi. Çok kötü taklitler ve eski kitaplar vardı… Çaresizce Bulgaristan ve Sovyet Bloku’nun ötesine geçmeye çalışmıştım ama diğer komünist ülkelere gitmek bile çok zordu. Neyse ki teyzem ve amcam Prag’da yaşıyorlardı ve sonunda onları ziyaret etmenin bir yolunu bulmayı başardım. Ve Prag beni şaşkına döndürmüştü!

 

Neden?

En batılı ülke orasıydı. Tam olarak kaçma şansım ortaya çıkmadan önce bile, Bulgaristan’a asla geri dönmeyeceğime karar vermiştim! Prag’da kalacaktım. Gençtim, 21 yaşındaydım ve gençken, 50’lerin sonlarında Çekoslovakya ve Prag’daki Batı sanatının nispeten küçük özgürlüğünü keşfettiğinizde, aniden Paris’e gitmeyi hayal ediyorsunuz! İşte benim Paris’e gitme zeminim bu şekilde hazırlandı.

 

Ve sonuçta tüm farkı bu olay yarattı. Jeanne-Claude ile orada tanıştınız ve 2009’daki ölümüne dek birlikteydiniz. O öldükten sonra hayatınız ne yönde değişti?

Onu her zaman özlüyoruz, biliyor musun? 50 yılı aşkın bir süredir tek bir kişiyle yaşayarak birçok şeyi özlediğimizi anlamanız gerekir. Muhtemelen en büyük şeylerden biri, bir araya getirmeye çalıştığımız her şeye karşı çok eleştirel olmasıydı. Maysles kardeşlerin işimiz hakkında yaptıkları birçok filmde birbirimizle ne kadar şiddetli tartıştığımızı – neredeyse birbirimizle kavga ettiğimizi- görebilirsiniz! En çok özlediğim şey bu, çünkü yaptığımız işin sürecinde eğilmeden bükülmeden, taviz vermeden her zaman bu eleştirel tutuma sahip olmak çok önemli. Fakat başka çok şey var, çok. Pek çok şey.

 

Birinin düşmesi durumunda diğerinin çalışmaya devam edebilmesi için her zaman ayrı uçaklarda uçtuğunuz doğru mu?

Aynen öyle, çünkü biz hep iki üç proje üzerinde çalışıyorduk ve en azından birimiz, ilerlemiş halde olan bir projeyi bitirmeliydi. Hikaye buydu. Sık sık farklı uçaklara bindiğimizi hatırlıyorum, sonra aktarma uçuşuna giderken birbirimizi öpüp ayrı uçaklara binerdik.

 

Çalışmalarınıza onun ölümünden sonra devam etmeniz sizin için normal miydi?

Görsel bir sanatçı olmak bir meslek değildir, bir varoluştur. Maysles’in The Gates filminde, O arabadadır ve gazeteci sorar: ‘‘İleri bir yaştasınız, emekli olacak mısınız?’’ Ve Jeanne-Claude şöyle cevaplar: ‘‘Sanatçılar emekli olmaz, basitçe ölürler.’’ Bu bir meslek değildir, varoluştur anlıyorsunuz değil mi? Sanatla var olursunuz. Ofis veya başka bir iş ile kıyası yapılamaz bile.

 

‘‘Christo’’ olan sanatçı isminizi neden 1994’te ‘‘Christo and Jeanne-Claude’’ olarak değiştirmeye karar verdiniz?

Çünkü bizimle birlikte çalışan insanların tümü bilirler ki, her şey ikimiz tarafından kararlaştırılıyordu. Jeanne-Claude, herkesin fikirleri vardır, derdi. Fakat bunu uygulamak için muazzam yeteneklere ihtiyacınız vardır pek çok alanda. Bazen benim fikrim olurdu, kimi zaman Jeanne-Claude’un, ama fikir hiçbir şeydir. Uygulanmaları gerekir ve işlerin ne şekilde tamamlanacağının seçimi herkes tarafından gerçekleştirilir.

 

Süreç nasıl işliyor? Projeleriniz genellikle oldukça karmaşık.

New York Manhattan’daki stüdyoda, yani burada, en üst katta çalışıyorum; fikirlerimizi çizimlere, kolajlara, ölçekli maketlere veya başka şeylere aktarıyorum. Ancak işe her zaman 1:1 ölçekli çok küçük bir kesit üzerinde gerçek boyutlu testlerle karar veriliyor. Sonra onları yerinde gördüğümde ben ve kolaboratörlerimiz, doğru kabloları, kumaşı, renkleri, kalınlığı, örgüyü seçebiliyoruz. Her proje bu şekilde tamamlanıyor. Gerçek boyutlu testlere de ben veya O (Jeanne-Claude) değil; gerçek ışığın, havanın, alanın fikir birliğiyle karar veriliyor.

 

Fikir birliği derken neyi kastediyorsunuz?

Bir örnek vereyim. The Umbrellas’ı (Japonya ve ABD ortak projesi) yaparken, şemsiyeler vardı ve biz boyutlarına, yüksekliklerine ve diğer şeylere karar verdik. Fakat günün sonunda rengine karar vermemiz gerekiyordu; bolca sarı ve mavi vardı ve bizler de çok sayıda 1:1 oranında mavi ve sarı renklerde şemsiyeler inşa ettik; projenin olması gerektiği mevsimde, proje alanına yerleştirdik. Uzaktan nasıl göründüğüne, bir kilometre öteden mesela, güneşte, sisli bir günde, yağmurlu ıslak bir Japonya gününde nasıl olduğuna, tüm bu şeylere bakmaya çalıştık. Tüm bu sürece ‘‘işte böyle’’ şeklinde karar verilmiyor, anlıyorsunuz değil mi? Süreç, projenin gerçekleşmesi, oldukça kolaboratif bir iştir. Çizimler yalnızca bir emaredir, tüm bu süreçlerden sonra gerçek olanlara ulaşırız.

“Her sanat eserinin prime-time’ının, yapıldığı zamanda var olduğuna inanıyorum. Sonrası sürekli bir dönüşümdür.”

Bu yıl 80 yaşına gireceksiniz. Hayatınıza dönüp baktığınızda ne hissediyorsunuz?

(Gülüyor) Yaşamıma geri dönüp bakmayı sevmiyorum. Yeni bir projemiz ve kafamda dönüp duran bir veya iki problemimiz olduğu için çok heyecanlı ve mutluyum. Retrospektif sergi denen şeyle herhangi bir an, dakika veya saatimi harcamayı sevmiyorum. Her zaman şöyle düşünürüm: Ben öldüğümde retrospektif şeyler yapabilirler. Gerçekten yeni şeyler yapmayı seviyorum. Yeni bir projeyi fiziksel olarak yapabilme kapasitem olmasından keyif alıyorum; yeni projenin, tanıştığım genç insanların fizikselliğinden keyif alıyorum.

Sanırım 80 yaşında olmanıza rağmen hala üç büyük projenizin olmasının sebebi de bu- biri İtalya, biri Colorado’da ve dünyanın en büyük heykeli olacak olup, 410.000 varil içeren bir diğeri Abu Dabi’de.

Kesinlikle. Eğer imajlarımızın tümünü incelerseniz, hepsi benzersiz şeyler. Asla ikinci bir kapı, daha fazla şemsiye inşa etmedik, asla başka bir parlamentoyu kaplamadık veya başka bir Running Fence yapmadık. Onlar kendi fizikselliklerinde, benzersiz şeylerdi. Maceracı oldukları ve sıkıcı olmamaları en çok keyif aldığımız şeylerdi. Örneğin, The Gates‘ten sonra farklı şehirlerden çok sayıda insan bize geldi ve “Benim parkıma kapıları yapabilir misiniz?” dediler. Aptalca… Bizim projelerimiz öyle değil ki. Hepsi yeni bir challenge.

 

Bu, yeni bir şey yaratma arzusu ve aynı zamanda kalıcı olmayan bir sanat yaratmanın nedeni mi?

Hayır, soru zaman. Her halükarda, her sanat eserinin asal zamanının (prime-time), yapıldığı zamanda var olduğuna inanıyorum. Ondan sonrası dönüşümdür, sürekli bir dönüşüm. Louvre’a gidiyorsun ve Milo’lu Venüs’e  bakıyorsun, sanata benziyor mu? Sadece ufak bir fikir mevcut. Sanatçıların bir şeyler yarattığı ve bunların değişmeden kalacakları fikri felsefi bir tartışmadır çünkü hafızamızda kalırlar. Bizim projemizin renkli bir slaytı, bir fotoğraf görüntüsü, Milo’lu Venüs’ten daha iyi! (Gülüyor)

 

Sanatınızın fotoğraflarını da başlı başına birer sanat eseri olarak görüyor musunuz?

Elbette filmler, fotoğraflar, nesneler, çizimler ve daha birçok şey var. Ancak bunların hepsi birlikte, projenin yerini tutmaz. Projeyle, tarihsel olarak bağlantılı olan malzemedir, ve proje hakkında büyük bir bilgi kaynağıdır. Ama bu onun yerine geçemez, çünkü özgün an korunamaz. Bu, geçici çalışmalarımızın önemli bir yönüdür. Sanat eseri bir, iki veya üç kapı değildir. Sanat eseri, New York Central Park’ta, 23 millik bir yürüyüş yolunda 7.503 kapıdır. Bütün bunlar sanat eseridir. Florida’daki pembe kumaş sanat eseri değildir.

 

Bazen, projelerinizi gerçekleştirmek adına izin almak için yıllarca savaşıyorsunuz. Paris’te Pont Neuf’u kaplamak için dokuz yıl, Reichstag içinse yaklaşık 25 yıl bounca müzakereler gerçekleştirdiniz. Bir şey üzerinde o kadar uzun süre çalışıp, nihayet bittiğinde ise gidip ona baktığınızda, ne hissediyorsunuz?

Tüm projelerimiz, oldukça kısa sürdükleri için, Jeanne-Claude ve ben bebeğimizle vakit geçirmeyi seviyoruz. Basitçe, sabahtan akşama kadar görünür haldelerken projelerimizle zaman geçiriyoruz. Dünyanın dört bir yanından gelen arkadaşlarımıza “Sizinle konuşmak istemiyoruz! Akşam konuşuruz.” diyoruz. Projelerimiz dışında kimseyi görmek istemiyoruz. Bazen, proje çok zor oluyor, örneğin The Gates halka açıktı ya da Japonya’daki Umbrellas gibi bazı projelerde seyahat etmemiz gerekiyor. O kadar uçsuz bucaksız, o kadar büyüktü ki, yürümeniz, farklı yerlerde vakit geçirmeniz, tadını çıkarmanız, orada olmanız; gündüz ışığında, gün ortasında, akşam onu ​​görmeniz gerekiyor. Her bir şemsiyeyi en uygun yere yerleştirmek için o kadar çok çalıştık ki, nasıl göründüğüne bakmak için her bir şemsiyeye gidebilirdim! Yani temelde, proje sergilendiği anda işimizle birlikte olmayı seviyoruz, sanki çocuğumuzmuş gibi, her zaman, durmaksızın.

Daha fazla yazı yok
2024-11-24 16:15:20