1994’den beri kamusal alanda işler üreten Beyrutlu küratör Christine Tohmé, uzun yıllardır çeşitli platformlar aracılığıyla Ortadoğulu sanatçıları bir araya getiriyor. Ashkal Alwan isimli sanat kuruluşunun da kurucu direktörü olan Tohmé’nin, 18. İstanbul Bienali’nin küratörü olacağı geçtiğimiz hafta duyuruldu. Ortadoğu sanatına ve kültürüne odaklanan Bidoun isimli yayın, Tohmé ile yıllar önce, 2005 yılında bir röportaj düzenledi. Siz Sanatatak okurlarıyla Christine Tohmé’nin Bidoun’da yayınlanan röportajını paylaşmak istiyoruz.
Orjinali için tıklayınız.
“Filistin, Mısır ve İran ile İlgilenmiyorum.”
Bidoun: Nasıl bir profesyonel arkaplandan geliyorsunuz? Forumu düzenlemeden önce küratör olarak mı çalıştınız?
Christine Tohmé: 1995’ten 2000’e kadar kamusal alanlarda, Beyrut sahilinde ve iç savaştan sonra halka açık bir şekilde idamların gerçekleştiği bahçelerde çalıştım. Bu, savaş sonrası ilk sanat projesiydi ve Doğu ve Batı Beyrut’un birbirine hâlâ tamamen kapalı olduğu bir dönemde gerçekleşti. Resmen, savaş 1990’da sona ermişti, ancak farklı milisler arasında hâlâ birçok çatışma ve anlaşmazlık vardı. Benim için önemli olan şu soruydu: Beyrut’ta kamusal bir alanımız var mı? Ve Beyrut dediğimde Lübnan’ı kastetmiyorum. Ramallah, Kahire ve Tahran’la ilgileniyorum. Filistin, Mısır ve İran’la ilgilenmiyorum. Şehirlerle ilgileniyorum.
Bidoun: Yani belirli bir kentsel çevre üzerinde çalışmaktan geniş bir uluslararası bağlama geçtiniz. Bu uluslararası arenada, özellikle Beyrut’a yönelik büyük bir hayranlık da var.
CT: Beyrut her zaman bir merkez olmuştur. Doğu’nun Şanzelize’si derlerdi eskiden. Tarihsel olarak da bir liman kenti, ticaret merkeziydi ve bu rol Dubai’ye geçmiş olabilir. Çünkü Beyrut savaştan önceki rolünü keşfetmedi.
“Beyrut Hala Demokratik Bir Ülke”
Bidoun: Beyrut sanat sahnesine duyulan hayranlık Doğu’nun Şanzelize’si ile aynı köklere mi sahip?
CT: Sanatsal birikim yaratan demokrasidir. Ve Beyrut hala demokratik. Yüzde yüz demiyorum ama göreceli olarak demokratik. Hala konuşabiliyorsunuz. Mısır’da konuşabiliyor muyuz? Suriye’de konuşabiliyor muyuz? Amman’da? Beyrut’ta belli ölçüde iş yapabiliyoruz. Yetmişli yıllardaki gibi olduğunu söylemiyorum. Bugün bile sansür her zaman karşı karşıya olduğumuz tehditlerden biri. Ama diğer Arap bölgelerine kıyasla, tekmeleyen bir şehir.
1999’da bir sahil projesi (Ashkal Alwan, The Corniche Project, 1999) için Tony Chakar’ın bir heykelini yerleştirdik ve orada cami ile büyük bir tartışma yarattı. Bunun dine hakaret olduğunu düşündüler. O noktada bazı insanar heykeli korumak için harekete geçti çünkü insanlar İslami köktenciliğin her şeyi istila ettiğini düşünüyordu. Tüm gazetelerin baş sayfasındaydı, Belediye ve Kültür Bakanı bile bu konuyu tartıştı. Bunun başka bir Arap ülkesinde gerçekleştiğini hayal edebiliyor musunuz? Eser hiçbir şekilde İslam karşıtı değildi. Müze sanatı kavramlarını sorguluyordu. Kendimizi tehdit altında hissetmemize rağmen, bu sanatsal gösteriyle kenti sarsmayı başardık. Ben buna yapıcı başarısızlık diyorum, çünkü bizi kendimize şu soruyu sormaya yönlendirdi: Beyrut’ta kamusal alanımız var mı?
Bidoun: Yine de demokratik olan ve demokratik olmayan toplumlarda sanat arasında ayrım yapmakta zorlandım. Örneğin büyük ölçüde demokratik olmayan Tahran’da çalışırken, en büyük zorluk ne rejim ne de camilerdi. Tüm sanat ortamının tamamen burjuva olması gibi tamamen farklı şeylerdi zorluklar. Ve çağdaş sanat hakkında böyle modası geçmiş güzel sanatlar fikirleri vardı.
“Değişim için Çalışmaya İnanıyorum”
CT: Sanatsal birikimden söz ediyorum, sanatsal pratiklerden değil. Hegemonik atmosferlerde sanat pratikleriniz olabilir. Ama ben katmanlardan, sanatsal birikimin katmanlarından söz ediyorum. Ve aslında İran benim için büyük bir örnek. Şah, 70’li yıllarda Bob Wilson’ın İran’a gelip Tahran çevresindeki dağlarda 24 saatlik bir performans sergilemesini sağladı. Ve yine Şah, SAVAK’ı kurdu. Bu çok şizofrenik: Tahran’da gördüğüm tüm müzeleri inşa eden ve en iyi tasarımcıları getiren adam, aynı zamanda dünyanın en vahşi gizli servislerinden birini de kurdu. İran’da şu anda meşhur olan sinema endüstrisi bile bu hegemonya yapısı altında başlatıldı. Bu endüstriyi de sorgulamak zorundayız. Tıpkı Beyrut’a duyulan hayranlığı sorgulamamız gerektiği gibi. Beyrut’ta kaç tane sanatçımız var? Yüzlerce olabilir ama toplamda yaklaşık 25 sanatçıyla ilişkim var. Batıyı neden baştan çıkarıyor? Buradaki sanatçıların Arap dünyasındaki diğer sanatçılara kıyasla kesinlikle ayrıcalıklı olduğunu görmeliyiz. Daha erişilebilir, demokratik bir alanda faaliyet gösteriyorlar. Bu onlar için çok daha kolay. Elbette Mısır’da uluslararası fon sağlayıcılar köktendinciliği bastırmak istedikleri için ülkenin her yerine para yağdırmaya karar verdiler ve Sadat’ın İsrail’e yaptığı anlaşma sayesinde etrafta daha fazla para var, peki Kahire’de sanatçılar nasıl çalışıyor? Görebildiğim kadarıyla bu sanatçılar sansüre çok fazla maruz kalıyorlar.
Bidoun: Ancak diktatörlükler altında sanatı teorize etmenin bir pragmatik yolu olmalı. Beyrut gibi yerlerle diğerleri arasında hiyerarşi kurmanın gerekli olduğunu düşünmüyorum.
CT: Katılıyorum – belki de gerekli değildir. Ama ben değişim için çalışmaya inanıyorum. Sansür ve üretim biçimleri hakkında bu şekilde konuştuğumda Arap dünyasındaki insanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Siyasi amaçlara hizmet eden sanata inanmıyorum. Militan sanat anlamını yitirdi. Yine de direniş hakkında düşünmek zorundayız. Direniş ceplerimizi nasıl koruyabiliriz?
Bidoun: Bazıları, uluslararası ilginin yoğun olduğu ülkelerde STK’ların uyguladığı baskının, baskı ülkedeki hükümet sansürüne benzediğini söylüyor. Bağışçıların programınızı onların istediği şekilde ayarlayabileceğini söylüyorlar.
CT: Asla. Bunu yapmaya çalıştıklarında bile reddediyorum. “Teşekkürler ama paranızı istemiyorum” diyorum.
Bidoun: Hiç mi? Hiç cazip gelmiyor mu? Size sundukları fonlardan bu kadar çok şey kazanabilecekken bunlar zor seçimler değil mi?
CT: Köktenci değilim. “Gündemlere boyun eğmiyorum, rol yapmıyorum, piyasanın bir parçası değilim” demiyorum – piyasanın bir parçasıyım, onun tarafından baştan çıkarılıyorum ve bu oyunu oynuyorum. Ancak bunun da bir sınırı var. Eğer birisi (tiz bir ses tonuyla) “Beyrut’a Afrikalı bir sanatçı getirmeni istiyorum!” derse, o zaman derim ki “Tamam, Lübnanlıların Senegal ile tarihi bağları olduğuna göre, oraya gidip ticaret yaptıklarına ve oradaki siyahları köleleştirdiklerine göre, ben de bu projeyi yapmaya mecburum. Ama bunu bana dayatmaya çalışmayın”. Bu tür taleplerle birçok kez karşılaştım ve her zaman akıllıca reddettim. Fon verenlerin kendi gündemleri var, bizim de kendi gündemlerimiz var.
Bidoun: Forumun başlığında “bölge” kelimesini kullanıyorsunuz. Kavramsal olarak konuşursak, bu kaygan bir zemin değil mi?
CT: Belki fark etmediniz ama kullanmayı bıraktık. Artık ‘Home Works: A Forum on Cultural Practices’ diyoruz, ‘Cultural Practices in the Region’ değil. Bölge çok fazla şey ifade ediyor. Örneğin bazıları Türkiye’nin bögemizde olmadığını iddia ederken, diğerleri Türkiye’yi bölgenin kalbi olarak görüyor. Bu yılki program daha çok tamamlayıcı bir çeşitlilikle ilgileniyor. Bu herkes için bir platform ve bölgesel bir tezahür değil. Sanatçıları jeopolitik temsilleri için değil, işleri için davet ediyoruz. Başka bir koza yaratmakla ilgilenmiyoruz. Bölge zaten kozalarla dolu ve bu tuzağın farkında olmalıyız. Forum başlangıçta bölgenin ne olduğunu keşfetmeye yönelik çok dürüst bir girişimden ortaya çıktı. Lübnan’ın Arap dünyası içindeki rolü nedir ve Arap-İsrail çatışmasıyla ilişkisi nedir? Ama sonra Arap Milliyetçiliğinin ensest tarafını anlamaya başladım. Oraya geri dönmek istiyor muyuz? Hayır. Şahsen ben ilgilenmiyorum.
Bidoun: Bugünlerde çağdaş sanatın kesinlikle her yerde benzer şekillerde üretildiğine, Paris’teki ticari galerilerde, prestijli bienallerde v.s. gösterildiğine dair çok fazla heyecan var. Bu sizi iyimser kılıyor mu?
CT: Neden olmasın? Ticari işlerle ve bienallerle bir sorunum yok. Her ne kadar bienaller yavaş yavaş dinozorlara dönüşüyor olsa da. Bazıları piyasa yokmuş gibi davranmayı seviyor ve ben de küçük ölçekli temsil biçimlerini tercih ediyorum. Ancak piyasa ile ilgili sorunlarım olsa da onun ne olduğu hakkında daha fazla düşünmeli, onu bir alan olarak kullanmalıyız.
Bidoun: Peki örneğin Catherina David hakkında ne düşünüyorsunuz? Herhangi bir kapı açtı mı?
CT: Catherine David de diğer küratörler gibi Beyrut’a geldi ve yine belirli bir gündemden söz edebiliriz. Ama Lübnanlı sanatçılar için pek çok kapı açtı. Ona saygı duyuyorum, çünkü Beyrut’a gelen ve hiçbir şey bilmeyen tüm bu küratörlerle karşılaştırıldığında, araştırmasını yapmış, Çağdaş Arap Temsilleri’ni başlatmadan önce üç yıl boyunca buraya gelmiş bir kadın. En azından Beyrut’ta durum böyleydi, diğer projelerinden bahsetmiyorum. Bununla birlikte, başlıkla ilgili sorunlarım var. ‘Araplık’ içinde nüanslar var. Lübnanlı olarak Suudi Arabistanlı ya da Sudanlı biriyle ilişkim ne? Genelde insanlar küratörler hakkında sanki gelip şehirlerimizi istila eden canavarlarmış gibi konuşmayı severler. Ama bizim onlara, onların da bize ihtiyacı var. Bu oyunu biz oynuyoruz, o halde neden onları ‘gelip alıyorlar’ diye suçlayalım ki? Direnmek sanatçıya kalmış. Ve eğer sanatçı bir tuzağa düşerse; bu o sanatçının sorunudur, küratörün değil. Beyrut’ta pek çok küratörle tanışıyorum ve benim işim buna direnmek ve ‘sizinle bir proje yapmakla ilgilenmiyorum’ demek. Bana sürekli Beyrut dışındaki projelerde çalışmam teklif ediliyor. Bunu reddediyorum çünkü ben şehir üzerinden çalışıyorum ve bir yapı inşa ediyorum. Bir festival yaratmıyorum. Ve eğer tüm bu teklifler beni baştan çıkarsaydı, Beyrut’ta hiç vakit geçirmiyor olurdum.
Bidoun: Bu bağlamda, Bidoun gibi bir dergi nasıl bir rol oynayabilir?
CT: Kimliği benim için henüz net değil. Umarım Bidoun bölgesel bir dergiden başka bir rol oynayabilir. Üzgünüm ama bölgesel bir dergiye ihtiyacımız yok. Tekrar ediyorum: Bu tuzağa düşmek istemiyoruz. Bidoun’un bir platform olmasına ihtiyacımız var. Bu yüzden Hindistan’da, Suriye’de, Filistin’de, Paris’te, ABD’de; yayılma olasılığı olan her yerde olmalı. Bidoun bölgesel bir sözcü olma sorumluluğunu üstlenmemeli. Bölgesel bir temsilci olmak istemediğimi anlamam birkaç yılımı aldı. Özür dilerim.