Ceylân Ertem’i yeni albümü Ütopyalar Güzeldir çıkmadan hemen önce Açık Radyo’daki “yerli” programımda ağırladım.
Ceylân tanıdığım en nev-i şahsına münhasır insanlardan biri. Dolayısıyla çok keyifli bir muhabbet oldu. Mecmuaya da taşımasak olmazdı. Tabii düz yazıda Ceylân’ın kahkahaları, konuşurken yaptığı taklitler falan yer bulamıyor. Hem şarkıları hem de muhabbetin tamamını merak ederseniz yerlisetler.wordpress.com adresine bir göz atın. Ya da buyurun, buradan yakın.
Tayfun Polat: Bu albüm nasıl şekillendi? İki albüm arasındaki farklar neler?
Ceylân Ertem: En önemli fark, bunun daha pozitif, biraz daha alaycı bir albüm olması. Soluk depresif ve karanlık bir albümdü. Bu albüm birazcık daha kadınsı, ilki çok daha cinsiyetsizdi belki. İlk albüm çok büyük cesaret işiydi. Ben ömrü boyunca bir grupta söylemek isteyen bir kadın müzisyendim. Ama biz Anima ile bunu gerçekleştiremedik. Uzun zaman devam eden gruplardaki bütün o insanlara çok hayranım. Bizim biraz da büyüme dönemimizde, bir şeyleri anlamaya çalıştığımız gelişme, değişme döneminde o grup vardı. Bu da birçok kafadan, birçok kalpten, birçok ses çıkmasını sağladı ve bizi dağıttı. Arkadaşlığımızın dağılmaması için grubu dağıtmamız lazım dedik. İyi de bir karar verdik, çünkü şu anda canciğer şeklinde devam ediyoruz Anima üyeleriyle. Sonrasında ben bu grup halinden kurtulamadım ve dedim ki Soluk’ta her parçayı başka gruplar kurarak çalayım. Albümde 40 kişi var deyince, bütün albümü 40 kişi çalmışız gibi anlayanlar oluyor. Ama bir parçada çalan diğerinde çalmadı ve siz orada çalan 40 müzisyeni biliyorsunuz, aslında 55 falan o isimlerin sayısı. Tabii çok zor bir projeye dönüşmüştü. Ben bir şey hissettim, birbirinizle daha önce hiç çalmamış olabilirsiniz, belki sizinle daha önce hiç çalmamış bir müzisyenin anlatmaya çalıştığı hikayeyi beraber çalalım, falan gibi de bir zorluğu vardı. Ama albümdeki bütün müzisyenler manevi yönden o kadar güçlü müzisyenlerdi ki, hiçbir şey beklemeden, tamamen severek geldiler çaldılar. Zaten albüme prodüktör ismi de yazmadım. Çünkü prodüktör çalan müzisyenlerdi. Şu durum da vardı, benim bütün gün dinlediğim müziğin playlist’ini yapmaya kalksak, ondan tutarlı bir program çıkartamayız. Bu albümde de bu tutarsızlık bir tutarlılık. Dağınıklık içindeki düzen gibi hayalperest bir cümle kurulabilir. Albümün ortak bir mood’u da yoktu. Ama oradaki ben olduğum için, bana gayet tutarlı geliyor. Bu yüzden, ikinci albümde dedim ki, “Benim dışarıdan bir kulağa, bir prodüktöre ihtiyacım var” ve Cenk Erdoğan’la çalıştık. O da beni frenlemesi gerektiği zaman frenledi ama sırtımdan çekmedi. Benim bu albümde aradığım “huzur”du. Cenk’in stüdyosu, çalıştığımız müzisyenler, tavrı ve hızlılığı süperdi.
Tayfun Polat: Önümüzdeki günlerde neler olacak?
Ceylân Ertem: Ekim ayında iki konser yapacağız. Ben 8-18 Ekim arası, Barana ile, Xenopolis projesiyle “Kampüste Caz” projesi kapsamında birçok üniversiteyi dolaşıyor olacağım. Ankara haricinde sekiz üniversitede ben de olacağım. Bu turne bitince yeni albümü çok çok çalmak istiyoruz.
Tayfun Polat: Xenopolis’i biraz daha anlatsana…
Ceylân Ertem: 2008’de temelleri atılmış olan, içinde Endonezyalı bir gitarcı, Hollandalı bir çellist, saksofoncu, İranlı bir perküsyoncu, Türk bir şarkıcının olduğu bir proje. Bunun mimarları da Steven (Kamperman) ve Behsat Abi (Üvez). 30 yıldır Hollanda’da yaşayan ve geçen yıl “sir” ilan edilen Behsat Abi, böyle bir proje için şarkıcı arayışına girdiğinde Myspace’de benim (o zaman tabii Soluk da yoktu) evde yaptığım şeyleri dinleyip Türkiye’ye geldi. Bir toplantı yaptık, yavaş yavaş olur dedik. Yaptıkları altyapıları bana yolladılar. Ben söz ve vokal line’ları yazdım. Sonra, 2010’da Hollanda’ya gittim. Orada dokuz konserlik bir tur yaptık. Sonrasında albüm burada yayınlandı. Geçen yılda gittim, yine 9 konserlik bir tur yaptık. Turlar şahane geçti, herkes çok sevdi. Oraya yerleşmem için ısrarlar başladı. Hepimizi çok motive eden iki turne oldu. Proje başladığından beri hayalimiz Türkiye’de çalmaktı. Şimdi bunu gerçekleştireceğiz.
Tayfun Polat: Geleneksel soruya gelelim: İnternette her şey bu kadar dolaşırken, Ceylân Ertem niye hâlâ albüm yapıyor?
Ceylân Ertem: Çok eski kafalı birine bu soruyu soruyorsun. Bence CD değil, plak falan olsa keşke. Albüm yaptığım kadar çok, evde bir şeyler yapıp, videolar çekip ya da fotoğrafların altına müzik yapıp internette paylaşıyorum. İnternette paylaşmacıyım da aynı zamanda. Ama dergiler kalksın, her şey dijital dergi olsun, herkes evinde radyo programını yapsın, yollasın, internet televizyonculuğu olsun, müziğimizi internete verelim falan, bunlar bana o işi heyecanını kaybettiriyor gibi geliyor. Pijamam ve çoraplarımla evde oturup “Dur bakalım, ne kadar indirildi” diye beklemektense, “Ne zaman çıkıyor? Aman Allahım, biri o CD’nin kapağını getirip, burada şöyle bir şey yazmışsın” falan diyor… Anlatabiliyor muyum, onu eline alma isteği.
Tayfun Polat: Tabii ki ortada elle tutulabilen bir ürün olduğunda dinleyicinin onunla ilişki kurma biçimi değişiyor. Aslında, her şeyin bu kadar hızla dağılıyor olması, hatta senin inisiyatifinin dışında kalitesizleştirilerek dağıtılıyor olması vesaire hakkında neler düşündüğünü merak ediyorum.
Ceylân Ertem: Açıkçası, birçok şirket, indie label da olabilir, ne yazık ki, Türkiye’nin her tarafına dağıtım yapamıyorlar. Bazen güçleri olmuyor, bazen bizim müziğimizi talep etmiyor insanlar. Ben Adapazarı’nda yaşadım, büyüdüm. Orada bi liste yapardım, kasetçi amca İstanbul’a gittiği zaman onları getirirdi. Ama yoktu orada. Tori Amos, Björk… gelmezdi. Eskiden bunlarla hava atardık, işte bu kadar CD’m var falan. Şimdi insanlar internette oturup “Ceylân Ertem’i nası bozdum abii”, “Aylin Aslım’ı nası linç ettik”, “Bu şarkı da bilmem nereme benzemiş”, yazmakla hava atıyorlar. Ben elle tutuluyor olmasının, değeri olmasının, bir şeye kolay ulaşamamanın böyle bir farkı olduğunu düşünüyorum. Şimdi herkes seni arkadaşın zannediyor. Ben herkesle arkadaş olmayı çok isterim bu arada. Ama şimdi adını unuttuğum bir müzisyen “Beni bilmem kaç milyon insan dinlediği zaman her şeyi bırakıp, oturup düşünürüm, nerde yanlış yapıyorum diye,” demişti. Tabii ki herkesin beni sevmesini istemiyorum ama bir seviyesizlik olduğunu görüyorum, internetten bahsedeceksek. Zaten kulaklar orada dönen kalitesizliğe o kadar alışmış durumda ki. YouTube mesela, şu anda dünyada herkesin çok fazla şey dinlediği, izlediği bir yer. Ama oradaki görüntü kalitesi, belki o videoyu yaratan insanı kahreden seviyelerde. Ya da bizim onca emeğimizin, mikslerde, mastering’de çıldırmamızın hiçbir anlamı yok. Çünkü sen YouTube’da onu çok korkunç bir ses kalitesinde dinliyorsun. Ama bir yandan da yapacak bir şey yok. Şunu da tavsiye ediyorum, sen Diyarbakır’a bir çocuksun, benim Adapazarı’nda olduğum gibi ve bunu alabilecek gücün yok, fırsatın yok, belki orada Ceylân Ertem dinleyen tek kişisin, o zaman indir onu. Hiç önemli değil. Ama bize destek verebilmeleri de önemli. Sadece albüm almaktan da bahsetmiyorum. Konserlere de gelerek. Biz böyle çok fazla müzisyeniz, performans müzisyeni. Albümde olan şey aslında “Bakın ben böyle bir hikâye yazdım” demem oluyor. Ben oradaki şarkıcı değilim. Konserde benim nasıl bir şarkıcı olduğumu görebilirsin ancak. Çünkü biz orda deliriyoruz biraz, ne yapacaksak orda yapıyoruz. Ama sen konserlere gelmiyorsan, albüm satın almıyorsan, internette, Twitter’da, Facebook’da, bir yerlerde, her şeyi en olumsuz haliyle düşünmeye çalışıp sürekli bize saldırıyorsan… Müzik aslında biraz aidiyet hissidir. Buradan öğretmen gibi didaktik konuşmak istemiyorum ama bizim zaten tek kazancımız maneviyat oluyor. Bir kişi gelip çok olumsuz bir şey bile söylese, bunu donanımlı bir şekilde söyleyince mutlu oluyoruz. Ama senin olayın sadece saldırmak, sömürmekse, bu bizi çok mutsuz ediyor ve devam etme gücümüz kalmıyor. İnternetin, benim dışımda bin beş yüz kişinin söylediği gibi müthiş avantajları olduğu doğru. Sonuçta beni de Barana Myspace üzerinden buldu. Aradaki mesafeleri kısalttı ama bir yandan da ortamı biraz seviyesizleştirdi. Olumlu yanı kadar olumsuz yanını da görüyorum. Bir cümlenin öznesini, yüklemini okuyayım, sonra saldırayım seviyesindeler. Sorduğun şeyden uzaklaştım ama bunları söylemek istiyorum. Ben müzik dinleyicisi olarak da çok rahatsız oluyorum bunlardan. Çok saygı duyduğum, devam etmesini çok istediğim insanlar var. Evinde hiçbir şey yapmadan oturan, ne bir eyleme giden ne bir kitap karıştıran, ne müziği doğru dürüst dinleyen, sinemadan bihaber olan herkesin; bu işlerle ilgili çabalayan insanların önünü kesmeye hakkı yok. Maneviyatla iş yapan insanların önü böyle kesilir. Benim çevremdeki tüm değerli müzisyenler, şu anda İstanbul’dan kaçalım, nasılsa hiçbir şey olmuyor, bu ülkede hiçbir şey olmaz ruh halindeler. Biz hala buradayız, yapmaya çalışıyoruz. Burada biri ölüyor, onu hatırlatmaya çalışıyoruz, birileri hapse giriyor, onu hatırlatmaya çalışıyoruz, birtakım mevzularla ilgili derdimiz var ve bu konularla ilgili herkes dertlensin istiyoruz. İyi bir şeyler için uğraşıyoruz. Bu çabaları bu kadar kolay silip atmasın insanlar. Konser biletimiz 20 lira diye bize inanılmaz cümleler yazan insanlarla karşılaşıyoruz. Ben tabii ki isterim bedava olsun, 18 yaş sınırı olmasın, süper olanaklarım olsun ve hiç kimseden para istemeyeyim… ama maalesef böyle bir şey yok. Bizim hayatımızı idame ettirebileceğimiz şey, konserler. “Sadece 2 saat çaldılar, oysa 20 lira vermiştik,” yazan insanlar olunca, tamam diyorsun, sen al o 20 lirayla sigaranı, biranı, aç YouTube’tan bir MTV videosu, izle o zaman. Ama hiçbir şey öğrenemeyeceksin ya da hiçbir şeyden etkilenemeyeceksin. Ben ne zaman Neşet Ertaş izlesem, hiçbir şekilde ağlamadığım gibi ağladığımı biliyorum, ya da Erkan Oğur’u dinlerken. Kendimi onlarla aynı kefeye koymuyorum ama… Yani Rehber dinledik işte en son, ne kadar heyecanlandık. Bu heyecanı bana maalesef ki başka bir şey yaşatamıyor. 20 lira değil onun değeri.
(Bu yazı Karga Mecmua’nın Ekim sayısından alınmıştır.)