Her şey ana sığınır ve en nihayetinde bir anı olur. Bir imgeye dönüşür. İmgenin kaderi zamandır. İmgeyi, açılan, kapanan ve kıvrılan bir şeye dönüştürür. Zira, dünyadan bize doğru dokunan bir şeyler vardır. Zamana ve uzama değen… En yakınlarımızdan en uzağımıza bu dünyayla olan bağı kuvvetlendiren ya da zayıflatan birçok şey mevcuttur. Ondan zamanın taradığı saçlar eksilmez. Bazen ipeksi bir şekilde. Bazen de buruşan ve kırılan yerlerde tarağın işlemediğini fark ederiz. İşlemesin istediğimiz zamanlar da olur. Bu anın olumlu ya da olumsuz yönde etkilenme derecesine göre değişir. Fotoğraf bu açıdan düşündüğümüzde zamanın saçlarını taramamızda yardımı çoktur.
Cemre Yeşil‘in 29 Mayıs’a dek Milli Reasürans Sanat Galerisi‘nde sürecek “Double Portrait” adlı sergisinde anne ve çocuk ilişkisini merkeze aldığı fotoğraflarda kucaklaşmanın en derin ve yoğun haline tanık oluyoruz. Kopmaz bağa, bağlara… Victoria dönemi kadınlarının uzun pozlama sürelerinden dolayı çocuklarının fotoğrafını çektirirken bir perdenin arkasında saklı kalmalarına ama varlıklarını hissettirmelerine. Sanatçının annesinin anne kaybının doğurduğu yokluğa. Kendi çocuğunun doğum anından yaşamının birçok anını kadraja aldığı fotoğraflara. Genç yetişkin insanların anneleriyle olan kucaklaşmasına. Ölüme, yaşama, doğuma, yasa, çocukluğa, yaşlılığa. Zamanın taradığı ne varsa birçok durumla karşılaşıyoruz. Yani zamanın kimlerle beraber saçlarımızı taradığına. Cemre Yeşil’le bütün bunlar ve daha fazlası hakkında bir mülakat gerçekleştirdik.
Çifte portreyi, portre geleneğinden ayıran yönleri özellikle sergi bağlamında düşündüğümüzde neler söylersiniz?
Aslına bakarsanız Çifte Portre, portre geleneğinden keskin bir şekilde ayrışmadığı gibi, kendi geleneklerini yaratan, bir anlamda geleneğin tam da kalbinde duran, ya da doğasında gelenekleri kucaklayıcı bir yapı barındıran görsel bir anlatı. Aradaki temel fark tek bir insanın yer aldığı bir portre o insanın tekil bir temsiliyeti olurken, iki kişinin yer aldığı bir fotoğrafta, iki ayrı kişinin tekil temsiliyetlerinin ötesinde, onların ilişkisine dair üçüncü bir temsiliyet de doğuyor. Benim ilgilendiğim asıl mesele de biraz burada; bir fotoğraf, fotoğraflanmış kişilerin neredeyse tekil olarak temsil edilebileceği bir alan yaratılmadan, görünmekle görünmemek arasında gidip gelen ama bir şekilde muhakkak hissedilen 2. kişinin varlığı ve yokluğu üzerinden bize ne diyebilir, ne hissettirir? Ne gibi fotoğrafik anlatılar doğabilir ve bunlar toplumsal, kültürel, psikolojik ve kişisel bağlamlarda ne manaya gelebilir?
Fotoğrafta saklı anneler
Farklı koltuklarda genç yetişkin insanlarla annelerin kucaklaşmasını fotoğrafladınız. Çektiğiniz fotoğraflarda çocukların yüzleri görülürken annelerinkini göremiyoruz. Tek bir beden gibi görünmelerini mi istediniz?
Bu noktada serginin ilk çıkış noktası olan “Hidden Mother” (Saklı Anne) diye anılan bir fotoğrafik gelenekten bahsetmem gerekiyor. Double Portrait sergisinin ilk çıkış noktası esasen teknik bir yetersizlikten ortaya çıkan bir 19. yüzyıl fotoğraf geleneğine dayanıyor; O dönemde kullanılan levhalara göre değişkenlik gösteren pozlama süreleri, şimdiye nazaran çok daha uzun sürüyor; yani bir fotoğrafı üretmek dakikalarca sürebiliyor. Dolayısıyla bir bebeğin fotoğrafı çekmek, bebek pozlama süresi kadar tek başına sabit duramadığı için oldukça meşakatli bir süreç. Haliyle bir çözüm bulmak gerekiyor ve anneler çocuklarını hareketsiz tutabilmek için kendilerini perde, koltuk, kanepe, sandalye kılığına sokmak, ‘namevcut’ hale gelmek zorunda kalıyorlar. Ne var ki, dönemin bebek portrelerinde ne saklı anneler ne de çocuklarını kucaklayan bedenleri tam anlamıyla görünmez olabiliyor. Aksine, gizli anne fotoğraflarındaki anne-çocuk bütünü, bu anneleri çok daha derin bir yerde, karanlıkta, sessizlikte bulmamıza yol açıyor.
Sergide yer alan, bahsettiğiniz genç yetişkin insanlarla annelerin kucaklaştığı seri aslında bu geleneğe dair sorduğum sorular ve yaptığım araştırmalar çerçevesinde ürettiğim bir iş oldu. Kucaklaşan yetişkin-çocuk ve anne portreleri aslında belki de tek bir beden olmadığımızın, olamadığımızın yası niteliğinde. Öte yandan bir zamanlar aynı bedeni paylaştığımız, ya da bizim hala kendi bedenimizin annemizden ayrı bir beden olduğunu idrak edemediğimiz zamanlara doğru içsel bir yolculuğa davet etme çabası olduğunu söyleyebilirim. Fotoğraflarda annelerle bir türlü yüz yüze gelemeyişimizin bir kaç sebebi var; Hem Hidden Mother geleneğinin bu sergi için oluşturduğu kavramsal iskeleti dik tutmak, bir başka deyişle bir fotoğrafik geleneği farklı bir bağlamda devam ettirmek hem de annenin anonim olmasının izleyici için açtığı empati alanında, ‘görünmeyen annenin’ yerine izleyicinin kendi geçmişinde onu kucaklayan ve kucaklamayanları tahayyül edebileceği bir anlatı yaratmaya çalışmak diyebilirim.
“Fotoğraflar bizi gerçekten anlatabilir mi?”
Kucaklaşmanın, sarılmanın en yoğun haline tanık oluyoruz fotoğraflarda. Tarihin bu anında insanlar tüm geçmişleriyle, hasretle, sevgiyle kucaklaşmış gibiler. Bunun da yoğun bir duygulanım oluşturduğunu söyleyebilirim. Buradaki kucaklaşmaların serginin ana fikri ve duygusunu oluşturduğu ileri sürülebilir mi?
Kesinlikle evet. Ahu Antmen’in sergi katalogu için yazdığı sergi metninden bir alıntı da bu görüşün altını çizer nitelikte aslında. Şöyle diyor Antmen: “Kimiz biz? Olduğumuz kişiye ne zaman dönüşüyoruz? Nasıl tuttular, kucakladılar bizi? Ve fotoğraflar bizi gerçekten anlatabilir mi? Kimdir anne? Anne nedir? Anne rahim midir? Biyoloji midir? Yoksa anne, kucağında tutmak mı demektir? Kucak mıdır?”
Anne ve çocuk ilişkisini özellikle fotoğraf üzerinden okumak istersek Victoria dönemine kadar uzanmamız gerekiyor. Serginin çıkışını da o dönemdeki fotoğrafların oluşturduğu kanaatindeyim. O fotoğraflarda sizi etkileyen durumlardan bahsedebilir misiniz?
Bu fotoğraflarda, çocuğun annesi olduğunu kabul ettiğimiz yetişkin, her zaman kalın bir kumaş ile örtünerek bebeği kavrıyor ve bebeğin arkasında bir dağ gibi beliriveriyor. Annenin saklanmasına rağmen, fotoğrafik kayıt eylemi ile kucaklama, sarılma arasında gerçek bir bağı ortaya koyuyor. Bu gizlenmiş ana kucağına duyulan ihtiyacın ardında işlevsel bir gerekçe var: Fotoğrafların çekilmesine olanak sağlamak. Bir geleneğe dönüşmüş olan bu saklı ama yine de gözle görülür fotoğrafik karşılaşmanın özü, gerçek ve zorunlu bir kucaklaşma. Fotoğrafın icra edilebilmesi için gizli bir figür olarak annenin varlığı temel, olmazsa olmaz gereklilik.
Ben bu fotoğraflarla ilk karşılaştığım anda tam da bu sebepten çok etkilendim. Bambaşka sebeplerle ortaya çıkmış bir fotoğrafik geleneğin annenin üstünü örterek ona dair çok daha fazla şey söylüyor olması durumu beni çok etkiledi. Sergideki eserlerin bir kısmı da aslında bu geleneği merkezde tutarak, hem bebek ve anne arasındaki hem de yetişkin-çocuk ve anne arasındaki ilişkiye yakından bakmak, biz büyüdükçe anneye olan ihtiyacımızın sorgulanışı, annemize duyduğumuz öfkeyi ve belki de verdiğimiz zararı tamir etme arzusu, anne kaybı, anne kucağı gibi temaları fotoğraf ve çifte portre bağlamı üzerinden düşünmeye çalışıyor.
Annenin alışılagelmiş ama eksilmekte olan varlığı
Anneannenizin kaybından sonra annenizle olan bağınızı ve onu nasıl gördüğünüzü merak ediyorum? Onun anne yokluğu sizde ne tür duygular oluşturdu?
Annemin kendi annesini kaybetmesi sanırım biraz da biyolojik rollerin ters yüz olması ya da ters bağımlılık, anne ile çocuğun alışılagelmiş rollerinin çöküşüne, değişmesine sebebiyet verdi. Belki artık onun koruyup kollayacak bir annenin olmaması, benim daha korumacı bir tavır geliştirmeme sebep oldu ki aslında bu da yine Hidden Mother geleneğiyle ilişkilendirdiğim bir durum. Fotoğrafta solup giden örtük bir silüet olan saklı anne, yaşlanan ve hem fiziksel hem de duygusal bir dayanak olarak silikleşen anne için bir görsel mecaz haline geldi. Saklı annenin fotoğrafik varlığı yoluyla namevcut olma biçimi, büyümüş bir çocuğun deneyimlediği haliyle annenin alışılagelmiş ama eksilmekte olan varlığının görsel tercümesine dönüştü.
Georges Didi Huberman’dan bildiğimiz üzere imgelerin bir ontolojisi yoktur. Fakat fotoğrafik imgenin bir tür ontolojisi var. Fotoğrafın imgeyle kurduğu ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?
İngilizcede görüntü ya da imge anlamına gelen “Image” kelimesinin aynı zamanda hayal etmek manasına gelen “imagination” kelimesiyle aynı kökü paylaşması hep çok ilgimi çekmiştir. Yani kısaca; “Aslolan gözle görülmeyendir.” Ve sanki bu biraz fotoğrafta da böyledir. Fotoğrafta da hep görünmeyendir bize değip dokunan, belki de kazara kadraja giren bir şey, ya da kadrajın dışında kalan ama kendine hayalimizde yer bulandır gibi geliyor bana.
“Punctum da her daim yokluğa dair var olan bir iz”
Fotoğraf, belki de bize geri dönüp baktığımızda bir “punctum” olarak geri dönerek yani bizi delip geçerek bir ayrıntıya sürükleyebilir. Bir ayrıntı bizi tahmin etmediğimiz bir şekilde sarsabilir. Birisinin yokluğu, “punctum”u ne oranda etkilediğini düşünüyorsunuz?
Sanırım bir önceki cevabın son cümlesi tam da uygun bir cevap olurmuş bu soruya. Punctum da her daim yokluğa dair var olan bir iz gibi geliyor bana.
Fotoğraflarda aynı zamanda yaptığınız doğum sürecini de görüyoruz. Plasenta, kan, dikiş iplikleri… Oğlunuzun yaşadığı bir çok anı fotoğrafladığınızı görüyorum. Burada bir kaygı mı var? Victoria dönemindeki anneleri daha iyi anlamak için mi? ‘Zamanı mühürlemeyi’ mi amaçladınız?
Çocuklara yakından bakmak ve fotoğraflarını çekmek anne olmadan önce de sıklıkla kendimi bulduğum bir durumdu aslına bakarsanız. Ancak tabii ki kendi oğlum doğduktan sonra bir bebeğin dünyayı nasıl algılamaya ve öğrenmeye başladığına bu kadar yakından tanık olmak fotoğraf çekme şevkimi körükledi diyebilirim. Bazen bir araştırmacı edasıyla onun dış dünyayı nasıl algıladığı, onunla nasıl bir ilişki kurduğunu ve bu ilişkinin nasıl geliştiğini anlamaya çalışan, bazen de her anne gibi, hatıra fotoğrafı mahiyetinde çektiğim bir yığın fotoğraf oldu.
Zamanı mühürlemekten çok hafızamı mühürlemekti belki biraz da derdim. Fotoğrafçı Nan Goldin bebeklerle ilgili şöyle diyor: “Bebekler bambaşka bir yerden gelirler. Her neresiyse, oraya daha yakınlar…nereden geliyorsak ve nereye gideceksek; o yıllarda, onlar çok daha yakınlar… ve onlara unutmaları öğretiliyor.”Annenin temas dünyasında yaşama gözlerimizi açmakla, bir çocuk olarak annenin bedeninden yavaşça uzaklaşmamız arasındaki zaman, ‘bize unutmanın öğretildiği’ zamandır – ki, hatırlayamadığımız dönemimizle örtüşür. Yeni bir anne olarak, neleri unutmayı öğrendiğini hatırlıyormuşsun gibi gelir. Bebeğinin dünyayı tanıdığı ve taptaze bir algı inşa ettiği malum dönemlerine tanık olurken, sen de bildiğin her şeyi yeni baştan öğrenirsin. Mesafe, bakış, ses, dokunuş, hissetme, ağlama ve gülme gibi en basit kavramlar bile, eskiden bir yetişkin olarak aklına getirmediğin yepyeni anlamlar kazanır. Bu bağlamda benim için bu fotoğraflar birazcık da çocukken bildiğim ama büyürken yolda unuttuklarımı hatırlamaya çalışmaktı belki.
“Doğarken boşuna ağlamıyor bebekler”
Annenizin yaşadığı yas sırasında çocuğunuzu dünyaya getirdiniz. Ölüm ve doğum gibi durumları bir arada yaşadınız. Ne zaman doğuyoruz? Anne karnından çıktığımızda, göbek bağımız kesildiğinde mi? Yoksa anneler öldüğünde mi?
Görünür olduğumuzda doğuyoruz, doğarken boşuna ağlamıyor sanki bebekler. Doğduğumuza ağlıyoruz, görünür olduğumuz anda ağlıyoruz.
Bütün bu çifte portrelerde şu kavramların kendini açığa vurduğu kanaatindeyim: Ölüm, yas, doğum, annelik, çocuk, bellek, portre, fotoğraf ve imge gibi. Öncelikle ‘ölüm’den başlamak istiyorum. En büyük hakikat ölüm olsa gerek. Ölümün bilincinde olmak bizi nasıl bir canlı yapıyor? Her seferinde ötelenen ve bir başkasının başına gelen bir olgu. Ölümle kurulan ilişki yaşamı ne yönde değiştirip ve dönüştürüyor?
Her seferinde ötelenen ve bir başkasının başına gelen bir olgu tanımınız oldukça çarpıcı. Ölümün bilinci bizi sürekli bir mana arama ve bulma çabasına sürüklüyor sanırım. Kendimizi de manalandırmak adına değişip dönüşüyoruz.
Yas, travma ve kayıp kolay atlatılan süreç olmasa gerek. Yaşanan kayıptan sonra Meltem Ahıska’nın “İmgeler hiçbir şeyi var etmiyor” dizesini daha bir anlıyoruz. Fotoğrafik imgenin yas, kayıp, travma bağlamında düşünürsek bize ne türden bir bilgi, duygu ve his oluşturduğunu düşünüyorsunuz?
Bana öyle geliyor ki fotoğrafın bizi yaşananlarla hem kucaklaşmaya hem de veda etmeye davet eder bir doğası var. Bir yandan tüm yaşanan kayıpları hazmetmemizde de çok büyük katkıları olabileceğini gördüm. İnsanı bir nebze iyileştirici etkisi olduğunu da düşünüyorum; tüm sanat dallarının böyle bir etkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz ama fotoğrafın kayıp meselesiyle daha en baştan kurduğu derin, garip ve karmaşık bir bağ var. İnsan kaybolacak şeyi kaybetmek istemediği için fotoğrafını çekiyor aslında. Fotoğraf kayıp ve kayıt arasında duran bir çeşit illüzyon gibi.
“Yaşamla olan bağı daha derinine sorgulamak için bu tür seriler oluşturdum”
Bu fotoğrafların cinsiyetçi olduğunu düşünüyor musunuz? Anne ve çocuk ilişkisi çok ön planda görülüyor. Dünyayla ve yaşamla olan bağı daha sıkı tutmak ve dokumak için mi bu türden seriler oluşturdunuz?
Bu projede bir fotoğrafçı olarak cinsiyetli bir kimliğin ele verildiğini inkar etmeye gerek yok. Ama bunun cinsiyetçi bir tavır olduğunu düşünmüyorum. — ki cinsiyetle ilgili toplumsal normlardan bağımsız olarak, kucaklanmış ve kucaklamış olmanın anlamına dair bir arayış söz konusu. Baba da anne olabilir. Dünya ve yaşamla olan bağı daha derinine sorgulamak ve bu sorgu sürecini manalandırmak için bu tür seriler oluşturdum sanırım.
Annelik yüceltilen bir olgu olarak ön plana çıkarılıyor. Bazen çocukların anneleriyle, annelerin çocuklarla arası sanıldığı gibi olmayabiliyor. Hatta öfke, kin ve başka birçok olumsuz duygu besleyebiliyorlar birbirine karşı. Fotoğraflarda bu duygu durumlarını dışavurmayı düşündünüz mü? Öfkeyle de birbirimize sarılabiliriz diye düşünüyorum.
Aslına bakarsanız sergiye paralel olarak FiLBooks yayınevinden çıkan aynı isimli sanatçı kitabının “Kemiklerimi Bir Arada Tut: Anneyi Onarmak” isimli bölümü neredeyse sadece anne ile yaşanan bu karmaşık, katmanlı ve çatışma dolu meselelerle ilgileniyor. Bu projeyi bir anne-çocuk ilişkisi yüceltmesi olarak tanımlamak çok yanlış olur; aksine ilgimi çeken tam olarak bu kadar kandan, candan olan bir ilişkinin ömür boyu peşimizi bırakmayan iyi kötü tüm izlerini kucak ve çifte portre bağlamında ele aldığımı söyleyebilirim. Bana kalırsa projedeki yetişkin çocuk — anne portrelerinde belki de bu çatışma ve öfke hissiyatın çok daha ön planda olduğunu söylemek mümkün.
En yakınlarımızın bize kattığının yanında bizden çaldığı birçok şeyde mevcut. Toplum diye bir olgu var ve bu aile ilişkilerini de belirleyebiliyor. Gerçekler ortaya döküldüğünde yıkıcı bir hal alabiliyor. Ingmar Bergman‘ın ‘Güz Sonatı‘ filmini burada örnek olarak verebilirim. Anne ve kızı arasında bir günde bütün gerçekler en şiddetli bir şekilde açığa çıkıyor. Hesaplaşma kaçınılmaz oluyor.
Evet, anne çocuk ilişkisinin çok komplike bir ilişki biçimi olduğu aşikar, bunu aslında tüm çekirdek aile bireyleri için söylemek de mümkün. İyisiyle kötüsüyle yetişkinlikte nasıl biri olduğumuz, neye dönüştüğümüzün temelinde baştan aşağı izleri olan biriyle çatışmasız bir ilişki kurmak da haliyle olanaksız gibi. Ve bu çatışmalar aslında özünde kim olduğumuzu belirliyor belki daha derinlerde…