21. İstanbul Tiyatro Festivali, Çehov’un Martı’sıyla başladı. Serdar Biliş yönetmenliğinde Tuğçe Tuna’nın koreografisindeki Martı bu akşam 14 Kasım Salı, 20.30’da ve 15 Kasım Çarşamba 20.30’da Zorlu PSM Studio’da izlenebilir.
Martı’yla başlayan festival bize Vivet Kanetti’nin Huysuz Büyüyor Bari romanındaki Profesör Sabri karakterini hatırlattı. Oyunla ilgili epey bilgi veren karakterin Martı oyununu adeta bir polisiye kurguymuş gibi anlatan romandan o bölümü sizin için seçtik ve yayınlıyoruz.
– Behçet Necatigil’in çevirisini oynamıyormuşsunuz, dedi Profesör. Açıkçası pek hayret ettim. Aşırı. Necatigil’in Türkçesi üstüne gül mü koklanırmış? Mana veremedim…
– Yönetmenin kararı, dedi dayım, tiyatro protokollerine saygısı nedeniyle bu konudaki şahsi fikrini asla söylemeyeceğini ima ederek.
Bir sessizlik oldu.
– Türkçesi şahane haklısın ama bu çağda artık orijinalinden bir çeviri şart diye düşündük, hepsi bu. Behçet Necatigil’in Martı’sı Almanca’dandır, dedi Sabri Abi, gözlerini sigara dumanından ötürü kısarak ve bu iki cümleyi yan yana getirmek Martı’yı sahneye koymaktan da yorucuymuş gibi.
Behçet Necatigil’in Martı’sı Almanca’dandır
– Sorumluluk sizin, umarım pişman olmazsınız dedi Profesör, daha fazlasını söylemeye tenezzül etmeyeceğini ima ederek.
– Bu oyunda bayıldığım, dedi annem, çilli çıplak kolunu çerkeztavuğu tabağına uzatarak.
Kimsenin kimseyi dinlemediği veya beklenmedik bir soğukluğun estiği sofralarda ani frenler yapardı, kalabalık geceler antrenmanıyla ve bu taktik sanırım öz icadıydı. Büyüyüp kendi rakı sofralarıma kendi arkadaşlarımla kurulduğumda aynısını yapacağım: Cümlenin ilk fiili ardından hop, bir uzun es…
– İlk on dakika filanın sonunda… içimden geçirdim, Katiyen başkası olamaz, kurban işte odur, Ninacıktır kurban. Siz de öyle demişsinizdir, eminim. Körpecik ve masum: İşte martı. Trigorin de öyle düşünmüş zaten. Köyden ayrılmadan bir hafta önce mi ne, yani Nina’yla gizli ilişkilerinin başlayacağı gün, kurduğu yeni öykünün notlarını almış ya defterine, kıza anlatıyor: Göl kıyısında senin gibi bir kız yaşıyor olacak, özgür, mutlu, adeta bir martı, sonra bir herif sökün edecek ve n’apacak o herif? Köyde sıkıntısını yenmek için kıza kıyacak, filan falan. Trigorin böyle bir ilhamı almış Nina’dan, gölden, Treplev’in vurup Nina’nın ayağına bıraktığı ölü martıdan, genel olarak tüm o pastoral hayattan… İlham almış; bir de suçlulukla karışık sadistçe bir zevk… Ama Çehov’umuz var şükür kuliste; Trigorin’den milyon kere virtüöz yazar! Trigorin’in saf gördüğü Nina’da bambaşka şeyler sezen, ondan çok farklı cevherler söken… Önce Nina’nın hırsını ayırt edecek… Şehre, üne karşı duyduğu o yamyam iştahı. Şütte’den aldın di mi çerkezi? Hiçbir yerdeki böyle değil… Nina’nın şöhretli insan mekaniğini çözmek ele geçirmek açlığını görecek… Treplev’e karşı değişen duygularını seçecek. Çocuğun yazdığı acemi piyesi şehirden gelenler istihzayla, hatta alayla karşıladığında, Nina’nın da ondan soğuyuşunu, onu küçümseyişini seçecek… Çehov bunları hep yakalar; gençliğin hoyratlığını, yıkıcılığını, biz henüz fark etmesek de. Biz o sırada başka makamlardayız. Kız gönlünü Trigorin’e kaptırmış, adamın peşinden Moskova’ya gidecek ya, ona kahroluyoruz… Zavallı saf Ninacık diyoruz! Kart zamparanın kurbanı olur şimdi. Çünkü hep öyledir. Piyeste, romanda, hayatta; hep öyle olur ya…
Çehov gençliğin hoyratlığını, yıkıcılığını yakalar
Oysa Çehov’un Martı’sında, hiçbir şey basit değil… İki kadınla Trigorin arasında bir kan grubu bağı var ve Çehov tam orayı kazıyacak. Bu bağ büyüler onu, hemen bizimle paylaşmasa da. Dikkatli düşünürsek, olayların başlangıcında, saf, naif bir varlık değil Nina. Piyesin sonunda demiyorum… O başka. Piyesin sonunda, bir mesleğe adanmışlıkla kazanılmış bir masumiyet söz konusudur artık, evet. Yani masumiyetin kazanılan, elde edilen, hayat tecrübesiyle ve aşk dışında bir uğraşla alakalı tutkuyla gelen bir vasıf olması bu oyunun kadın üstüne belki en yeni sözü. Hâlâ bile olağanüstü yeni duruyor bana sorarsan. Ve devrimci.
– Polisiye gibi anlattın, dedi Sabri Abi, sofrada üçüncü kez söz alıp ilk kez gülerek.
– Komiser Colombo’ları hayatta kaçırmaz, dedi babam.
Masada herkes güldü.
– Bu gecelik yeter. Yoruldum. Fikret pancar turşusundan vereceğim, sen seversin, uzat tabağını.
Çanaktaki buzlar damarlı kristal küp görüntülerini yitirmiş, geride bulanık sular bırakmıştı. Annem kalktı, mutfakta tazelediği buz çanağıyla ve yeni bir büyük rakı, bir de gecenin en parlak çıkışını yapmış olmanın ona kazandırdığı ışıltılı güvenle, omuzlarını dikleştirerek, seksileşmiş bir yürüyüşle yemek odasına döndü. Yan gözle babama baktı, ben o bakıştaki sözlerin hepsini işittim:
“Sen baş başa kaldığımızda sıkılıyor, dışarılara fırlama bahanesi bulmak, yoksa yaratmak için yırtınıyorsun ya, mesela uzun pazar öğleden sonraları eğer Profesör, Filiz, başkaları damlamamışsa, evden sıvışabilmek için radyodaki ‘Dikkat kan aranıyor’ anonslarına dahi kulak kesiliyorsun ya, işte gördün, sözlerimin rakı gibi, votka gibi çarptığı insanlar da var. Beni sürükleyici, derin, zeki ve efervesan bulanlar. Sen şimdi ben hariç neredeyse tüm kadınları nasıl buluyorsan, öyle. Ve şu kronik kaçak halin, hiç fikrimi almadan, ben acaba razı olur muyum diye düşünmeden, kendine kaçak bana da kovalayan rolünü biçmiş olman, evlilikte kendi kendine giriştiğin bu rol dağılımı ve ondan aldığın keyif, onu neredeyse yakanda bir rozete dönüştürmen, iftiharla sergilediğin şu haytalık, ele avuca sığmazlık, hep kendini suçlu buluyormuşsun veya ben seni suçlu buluyormuşum havalarıyla dolaşman, kâh espriyle kâh vicdan azabına bürünerek yarattığın bu karakter ister istemez seni kelebek beni de biraz hapishane gardiyanı yapıyor ya, bana danışmadan yazdığın o senaryo ve sihirbazca bir el çabukluğu, bir köy ağası dayatmasıyla yaptığın rol dağılımıdır esas, evliliğimizde beni herşeyden çok ezip ufalayan, köşeye sıkıştıran. Küçük düşüren. Kendime yabancılaştıran. Dönüştüren. Yoksa… sana düşkünlüğüm filan sanmıyorsun, değil mi?”