Banu Cennetoğlu; belgeleme, arşiv, tasnif politikaları üzerine düşünen, bu düşünme edimini pratiğinin içerisinde derinleştiren, üretimleriyle soruları daha da çoğaltan ve alışıldık yanıtlara başvurmayan bir sanatçı. Yakın dönem çalışmalarından biri olan ‘right?’; mekanın, zamanın, malzemenin imkanlarıyla süren iyi örneklerden biri. Haklara sahip olabilmenin ne demek olduğunu, sözleşmelerin imkanlarını- imkansızlıklarını tartışılır kılıyor Cennetoğlu. Kullandığı helyum yüklü balonlarda zamanla yaşanan değişim, içerisindeki havanın dışarı doğru sızışı, balonun zaman içerisinde büzüşmesi ve başlangıçtaki ışıltılı halini kaybedip mekanda giderek çöküşü ile günlerce devam eden bir performans tasarlıyor sanatçı. Carnegie Museum of Art’ta gösterilen ‘right?’, ulus-devletlerin sınırsız gücü karşısında sözleşmelerin, belgelerin, beyannamelerin yurttaşlar için sağlayamadığı koruyucu mekanizmayı gündeme getiriyor. Bunu tüm sözleşmelerin referansı olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki maddeler üzerinden yapıyor. Bu maddelerde yer alan harflerin kullanıldığı balon demetleri çeşitli ülkelerde gösterilmeye devam ediyor.
Geçtiğimiz aylarda, Filistin’de yaşanan soykırım karşısında kültür kurumlarının işgalden yana tavır almalarına tepki gösteren sanatçıların da içerisinde yer aldığı grev sürecine Pilvi Takala ile beraber katılan Cennetoğlu, Neue Berliner Kunstverein’daki segiden çekilme kararı aldığını duyurmuştu . Geçen sene Depo ve Omuz iş birliğinde başlayan forum sürecinde ve o sürecin çalışmalarından biri olan ‘Faillik’ oturumu çalışma grubunda yer almıştı Cennetoğlu. Kültür alanındaki çeşitli pozisyonların nasıl faillikler barındırdığını derli toplu tartışmaya açan bir sürecin ardından tüm dünyada kültür kurumlarının bulaştığı faillikler bir kez daha su yüzüne çıkmaktayken…
Banu Cennetoğlu ile ‘right?’a daha çok ağırlık vererek öne çıkan işlerini, sanat ve sanatçı yayınlarından oluşan BAS’ı ve kültür-sanat alanında kimi anlarda daha da berraklaşan egemen ideolojiden yana tavrı alma biçimleri üzerine konuştuk.
Can Memiş: Carnegie Museum of Art’ta yer alan ‘right?’ isimli işinle konuşmaya başlamak isterim. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilk 10 maddesinin harflerini altın renkli uçan balonlarla mekâna yerleştirdin. Kullandığın balonların ‘çok kırılgan gibi gözüken ama son derece dirençli bir materyal’ olduğunu söylüyorsun. Balon, bir müddet sonra kendiliğinden de sönen bir materyal. Dolayısıyla aslında ‘right?’; kendisini zaman içerisinde yok eden, altın renkli balonların tüm o ışıltılı iddiasını kaybedeceği ve belki bir yıkıntıya da döneceği bir iş. Bence en iyi kısmı böyle bir sonla bitiyor oluşu.
Banu Cennetoğlu: Aslında hiçbir zaman tam olarak bitmeyen, peyderpey ama mütemadiyen biçim değiştiren bir çökme hali diyebiliriz. Balon harflerin malzemesi mylar; şeffaf bir plastik/polyester reçinesi. Balona parlak ve renkli bir görünüm kazandırmak için alüminyum folyo ekleniyor. Helyum gazı ile doldurulmuş balon sözler, gazın usul usul dışarı sızmasıyla sönmeye, büzüşmeye başlıyor. Bunu bir değişim, dönüşüm, çöküş, tekrardan oluş gibi de okuyabiliriz. Durdurulamayan ve sergilendiği yerin koşullarının yön verdiği bir süreç. Onun biçime yansıması bu işin bence en ilginç tarafı. Gösterildiği çevresel koşullar, oradaki emek ve kaynaklar, insan ve başka canlılarla yakın temas, nasıl bir şekilde bakım gördüğü de süreci şekillendiriyor. İki ay sonra dönüşecekleri hâl ile beş ay sonra dönüşecekleri hâl arasında haliyle büyük fark var. İş tahayyülü neredeyse imkânsız bir biçimde sürüyor ve ‘sonlanıyor’; her madde şişirilmiş halde bir kez sergileniyor, ardından kalan helyum da boşaltıldıktan sonra sıkıştırılarak vakumlu hurçlarda muhafaza ediliyor. Sıkıştırılmış şekliyle saklamayı ve ilerde bu şekilde göstermeyi, mylar geri dönüşümü çok zor bir malzeme olduğu için de ayrıca önemsiyorum.
‘Anıt İddiasıyla Yola Çıkıp Ters-Anıta Dönüşmek’
C.M.: Biraz ‘right?’ın oluşma sürecinden de bahsedebilir misin? Carnegie’ye giden süreç nasıldı?
B.C.: Aslında Carnegie International için düşünülmüş bir iş değildi başlangıçta. 2019’da New York’da High Line Plint açık hava anıt projesine, 18 ay gösterimde kalacak bir iş önerisi vermek için davet edildim. Böyle büyük kamusal alan anıt projelerine aşina bir pratiğim yok, çok da heyecanlandırmıyor açıkçası. Ama bu davetin vesile olduğu, kendime sorduğum ‘anıt iddiasıyla yola çıkmış bir şeyin ters-anıta dönüşmesi nasıl olabilir?’ sorusu heyecanlı geldi. Biraz da böyle süreçler nasıl işliyor diye merak ettiğim için de dahil olmayı kabul ettim. Tam da o sıralar sözler ve eylemler arasındaki büyük uçurumlar, balon laflar, verilen sözler, tutulmayan vaatler, bunun politik karşılıkları içinde debelenirken ve ‘bu vaatlerin en anıtsalı, en büyüğü, en iddia edeni, en popüleri hangisi?’ diye düşünürken İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile tekrar karşılaştık. Hak-hukuk meselesinde bir sürü anlaşmanın, sözleşmenin temel referansı malum, her ne kadar bağlayıcılığı olmasa da… Bu beyannamenin kendisini nasıl taşıdığına, taşıyamadığına, ne sözler verdiğine, web sayfasına, bilmem kaç yüz dile çevrili olmasıyla övünmesine, marka gibi davranmasına bakarken daha önce de çalıştığım hazır malzeme olan folyo balonları kullanmak uygun geldi. Dünyanın çivisi çıkmışken (evet, belgeye biraz haksızlık yapıyor olabilirim) bu, sözde kalmışlığının anıtı aslında; önce iddialı, fit, parlak, bir şey kutlanıyormuş gibi yapan ama sonra başka bir şey. Niyetler ve akıbetler…
Proje son elemeye kaldı, ancak kazanan olamayacağı benim için neredeyse başvururken belliydi aslında. Çevresel koşullar, her 18 günde bir yer değiştirecek yüzlerce harften oluşan balon buketleri (18 ay, 540 gün, 30 madde; her 18 günde yeni bir madde); kısaca ‘açık hava anıtı‘ fikriyle epey çelişen meşakkatli bir süreç. Bu arada Covid geldi. Karar süreci ertelenerek devam ederken 58. Carnegie International sergisinin küratörü Sohrab Mohebbi işi görmüş ve heyecanlanmış. Sohrab’la daha önce Sculpture Center’daki sergimde ve birkaç başka projede de çalışmıştık. Güvendiğim ve rahat çalıştığım birisi. Özellikle de bilinmeyeni bu kadar bol ve yeni bir iş için, doğru bir işbirlikçi. Böylece High Line’ın bu projeyi reddetmesini ve bunu Carnegie’de yapmayı ummaya başladık. Öyle de oldu.
‘Aralıksız Devam Eden Performans’
C.M.: Bu işin süregelen biçimsel değişimi, temel hakların güvence mekanizmalarının geçiciliği ile de anlam kazanıyor. Neticede o beyannamede en sık başvurulan 10 madde var karşımızda.
B.C.: Maddeleri göstermeyi belli bir kritere göre seçmek istemedim. Mekânsal koşulların ve ihtiyacımız olan malzemelerin de dayatması sonucunda ilk 10 maddeyi Carnegie International’da, geri kalan maddeleri de belgedeki sıralamayı takip ederek, imkân oldukça başka yerlerde göstermeye karar verdim. Malum Beyanname 30 maddeden ibaret ama ‘tamam’ denebilir mi? Tamamlanmış bir haklar beyannamesi var mıdır? Tam ve tamamlanmış haklar nasıl olur? İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 1948’deki kabulünden bu yana da epey soru ve soruna vesile olmakta. Halen geçerli en temel soruyu ilk olarak (Hannah) Arendt önce 1949 tarihli bir yazısında, ardından da daha kapsamlı olarak Totalitarizmin Kaynakları’nda sormuş: ‘Haklara sahip olma hakkı kimindir?’
Ulus-devlet ekseninde düşünülmüş, kabaca bir insanın hangi şartlarda özgür ve onurlu olabileceğini devletlerin ideolojisine ve güvenlik algısına bağlayan, özellikle vatansızların, mültecilerin, kendi kaderini tayin etme mücadelesi vermekte olan halkların hakları söz konusu olduğunda problemli, engel olmaya çalıştığı şiddeti tekrar üretebilen bir metin. Ama bir yandan da uluslararası düzeyde otorite, kuruculuk ve evrensellik iddiası var. Tereddüte pek yer yok. Eleştirilere, gün ve gün şahit olduğumuz, engellenebilir insan yapımı felaketlere rağmen. Güncellemesi gereken bir metinken kendinden emin bir şekilde var olmaya, varken olamamaya devam ediyor. Bu bağlamda imkânlar dahilinde sergilere eşlik edebilen eleştirel bir tartışma programı çok gerekli geldi: Carnegie sürecinde Bard College’dan Thomas Keenan’la konuşmaya çalıştık. 2023 Eylül’ünde Derry’de bulunan Void Sanat Merkezi’nde 11. ve 12. maddeler gösterildi. Hemen ardından Dublin merkezli İrlanda Modern Sanat Müzesi’nde Self Determination: A Global Perspective sergisi kapsamında 13., 14. ve 15. maddeler gösterildi ve bu bağlamda akademisyen Başak Ertür müthiş kafa açıcı bir sunum yaptı. Çok şanslı olduğumu itiraf etmeliyim.
Tekrar malzemeye dönersek altın görünümündeki balonlarla bedenleşmeleri, engellenemez bir şekilde kırışıp, buruşup, büzüşüp kırılgan yığınlara dönüşmeleri düşündürücü. Bir yandan da geniş ve hafif cüsselerinden ötürü yanlarına yaklaşıldığında hemen kıpırdanıyorlar. Fotoğraflardan iş şaşalı bir gösteri gibi görünse de karşı karşıya kalındığındaki etkisi epey hüzünlü. Aslında aralıksız devam eden bir performans gibi düşünmek yanlış olmaz, dolayısıyla fotoğrafla ilişkisi zor.
C.M.: Helyum gazı sıkıştırılmış balonlarla daha önce de yaptığın bir işin vardı. Öyle sanıyorum ki materyal sende yer edindi.
B.C.: Evet. 2015 tarihli ÇOKİYİBİLİYORUMAMAYİNEDE (IKNOWVERYWELLBUTNEVERTHELESS) işinde ilk kez mylar balonla çalıştım. O zamandan beri de farklı dillerde birkaç kez gösterildi. Cümle uzun yıllar Madagascar’da yaşamış Fransız psikanalist Octave Mannoni’ye ait. Psikoloji ve sömürgecilik arasındaki ilişkiye yaklaşımı yüzünden bir dönem (Frantz) Fanonla da epey çatışmışlar. ‘Biliyorum, AMA …’ halini, bilmekle eylem arasındaki seçilmiş şiddetli mesafeyi, basitçe inkârı imliyor diyebiliriz. Mekânda sabitlenmeden tavanla duvar arasında kendi kendilerine durmaya çalışan balon sözcükler zaman ve çevresel koşulların etkisiyle okunamaz hale geliyor. Mütevazi bir ‘ama yine de’ imha çabası…
C.M.: Beyanname üzerine konuştuk aslında. Ancak hala bir evrensel sözleşmenin güvencesine sığınabilir miyiz sence? Aslında Türkiye’de on yıllardır tecrübe edilen, ama son 10 yılda daha da şok edici bir şekilde maruz kaldığımız bir fiili hal var. Yurttaşlık hakları yok sayılabiliyor, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları uygulanmayabiliyor. Bizi korumayı vaad eden sözleşmeler o kadar da kuvvetli değilmiş aslında. Kendilerini dahi koruyamıyorlar.
B.C.: Sözleşmelerin kimi koruyup kimi korumadığı konusunda hiyerarşi ve ayrımcılık ortada. Tüm mücadeleye rağmen bu gidişatta cevabım maalesef HAYIR.
‘Batı Gözüne Ait Olduğunu Düşündüğüm Bir Tedirginlik’
C.M.: Buradan sert bir geçişle, 2005’teki ‘Korkutan Asyalı Adamlar’ isimli işine geçelim istersen. O işinde mekân deneyiminin çeşitli biçimlerine rastlıyoruz. Ayşe Erek, bu fotoğraflardaki mekanları aidiyet ve temsil gibi unsurlardan boşaltılmış olmaları sebebiyle Marc Augé’un yok-yer kavramsallaştırmasıyla tarif ediyor. Bana kalırsa bu imgeler çok tanıdık mekanlardan seslenerek tanıdık-olanın tekinsizliği kırmaya yetip yetmediğini de tartıştırıyor. Sen nasıl yaklaştın bu imgelere?
B.C.: Sanırım bu mekânlar ve kullanıcıları bende hiçbir zaman tedirginlik/tekinsizlik hissi yaratmadı. Bilakis huzur verdi diyebilirim. İsminde ‘korkutucu’ kelimesini istemem daha çok Batı gözüne ait olduğunu düşündüğüm bir tedirginliğe ironik yaklaşabilmek içindi, sanırım… Çok zaman geçti. 2000’li yıllarda Türkiye-Avrupa Birliği müzakereleri hummalı biçimde sürerken Türkiye’den göç almış Avrupa şehirlerinde hiçbir şey yapmadan durup öylece bakan erkek grupları bir mevzuydu. İçinde ‘kapıları açarsak hiçbir şey yapmayan ‘bu adamlar’ bizi istila edecek korkusu da barındıran; işe yarayanlar ve yaramayanlar… Kişisel taraftan 80’lerin başından 90’ların sonuna kadar neredeyse her gün kullandığım 1. Köprü Çevreyolu (Altunizade) ‘köprüden önce son çıkış’ tabelası civarlarında gördükçe özendiğim, merak ettiğim, durmanın mümkün olmamasından ötürü de ayrıca sevdiğim hallerdi. Artık kimse oralarda pek oturamıyor, oturmaması için de oralarda mutsuz olacak bitkiler ve abartılı süslemeler ve bolca bayrak kullanılıyor. Son 20 yılın politikasıyla oldukça paralel.
‘İmgenin Söz Gücü Varsa Niye Etiket Yapıştıralım Diyenlerdenim’
C.M.: Psikoloji bölümünden mezun olduktan sonra fotoğraf eğitimi alıyorsun. Fotoğraflarında ve diğer işlerinde psikolojinin alet çantasından yararlandığın oluyor mu?
B.C.: Bence kaçınılmaz. Ama ‘psikanalitik bir iş yapacağım’ gibi bir yerden yapmıyorum. İsimlerinden biri ‘keçiboynuzu’ olan 13 isimli, 127 saatlik bir video işim var, onda durum biraz daha farklı galiba. Faillik, hafıza, temsil, iç-dış sorularıyla cebelleşen bir iş. Kabaca 2006-2018 yılları arasında kasıtlı kasıtsız biriktirmiş olduğum tüm görüntülerin iki istisna dışında ayıklanmadan kronolojik yan yanalığı. Neden isimlerden biri keçiboynuzu, cevabını sana bırakıyorum. Almış olduğum psikoloji eğitiminden bana kalan daha çok hayat bilgisi kıvamında. Çıkıveriyor bir yerden. Bazen ürküten yerleri de oluyor. Orayı geri bastırıyorum ya da öyle sanıyorum… Fotoğrafla sözü birleştiren biri değilim. Metinle fotoğrafı çok az eşleştiririm. ‘Zaten imgenin bir söz gücü varsa, kapasitesi varsa niye üzerine bir etiket yapıştıralım’ diyenlerdenim. Belki de fotoğrafın gücüne ve güçsüzlüğüne, hep didiştiğim ikilemine güvenmek istemişimdir. Orada da belki psikolojik bir yerden okuma yapılabilir ama onu yapan ben olmak istemem.
‘İlişkiler, Bağlar, Bağlamlarla Düğümlenmiş Bir Cüsse’
C.M.: BAS’ın hikayesiyle devam etmek isterim. 2006 yılında, sanatçı kitapları üzerine çalışmak üzere kuruldu. En son MK Yurttaş’ın performansında BAS’ın imkanlarını ve önemini bir kez daha düşünmüştüm. Binden fazla sanatçı kitabı, dergi ve basılı malzemeler yer alıyor bu arşivde. Richard Kostelanetz da var, Christian Boltanski de…
B.C.: Tuhaf bir his, seneye 20 yıl olacak-mış. Şaka gibi. 1994’te ayrıldığım İstanbul’a 2005’te yarı kesin dönüş yaparken yanımda getirdiğim 50 kitapla başladı BAS aslında. Uzundur uğraştığımız envantere göre bini geçmişiz; hala tam bitmedi ama büyük çoğunluğun olduğu dosyayı yakın zamanda web sayfasına koyabildik. Mutluyuz. Yıllar içinde o kadar çok insanın emeği geçti ki… Katkı koyan herkese buradan tekrar şükranlarımı sunmak isterim. Envanterden de görülebileceği gibi farklı yöntemlerle oldukça eklektik bir toplama pratiği ile biriken bir koleksiyon; arkadaşlıklar, dostluklar, tanıdıklıklar, ahbaplıklar, karşılaşmalar, hediyeler, değiş tokuşlar… ‘Şu kitabı arşive koymalıyız, buna muhakkak sahip olmalıyız’ dediğimiz çok az. İlişkiler, meraklar, bağlar, bağlamlarla düğümlenmiş bir cüsse diyebilirim.
Bu açıdan da Mustafa’nın ‘okumasını’ ilginç buldum. Gözlemleyebildiğim kadarıyla raflarla ve taşıdıkları işlerin orada bulunma halleri ile ilişkilendi. Üretim bağlamlarını, üretenin dertlerini politikalarını öncelemeden mekândaki ‘duruşuna’, yanındaki komşusuna, ilk bakışta karşılaştığı kelime ve işaretlere bakmayı denedi. Bir yandan da mekânda olup bitenler, tozun, güneşin, yağmurun müdahale ettiği kapaklar, gelenler gidenler.
Yasemin Nur’la 2018’de bir atölye yapmıştık. Davet metninden alıntılıyorum:
Güneş teması / Su sızıntısı / Toz telaşı / Kurum sıkıntısı
‘Kendi kalmakta inatçı sanatçı yayınları, uzundur içinde beraberce yaşadıkları mekânın fiziksel koşullarından ve hafızasından edindikleri izler ile neye dönüşürler?’
diye sormuşuz?
En sevdiklerimden Das Illustrierte Kapital, Jean Baptiste Ganne’ın işi:
C.M.: İnisiyatifler, kolektifler, mekanlar zaman içerisinde dağılmaya çok müsait. BAS ise 19 yıldır sürebiliyor. BAS’ı da bir kolektif olarak tarifliyorum neticede. Neye borçluyuz bunu sence?
B.C.: Kesinlikle. Hem emek hem içerik olarak kolektif. Gönül(lü) kolektifi… Herhalde o yüzden bu kadar sürebildi. Çok uyukladığımız, nadasa kaldığımız zamanlar oldu. Sonra birisi geldi, hepimizi bir dürttü, heyecanlandırdı. Sürdürebilmeyi sağlayan en önemli şey, heyecan. Heyecanlanmaya, dürtülmeye açık olmak… Ben yorulduğumda birisi geldi beni kaldırdı. Onun heyecanı beni ve başkalarını tekrar heyecanlandırdı. Kitap da öyle bir şey ya zaten. Arkadaşlık, ahbaplık kurmaya vesile olan bir şey. Birisi bir kitap yolluyor birisiyle. Sonra o da dahil oluyor. Onun enerjisi başka birine dokunuyor: Basılı malzemenin tarifi zor gücü… Boyutu, hafifliği, değiş tokuşu sevmesi, hediye edilebiliyor olması, ekonomik olması… Görsel sanattaki diğer üretim biçimleri içinde çok başka bir yeri olduğunu hala düşünüyorum. BAS’ta sürekli bir programlama yapmamayı seçmiş olmamız da bence çok özgürleştirici. Öte yandan ziyaretçi hatta bizim için bile sürekli değişen bir içeriğimiz var. ‘Yorulduk ya da yeterli kaynağımız yok biraz duralım’ diyebildik. Gezi zamanı ve sonrası ‘öncelik bu değil’ dedik, farklı ihtiyaçlara göre ‘esnek’ olabilmeyi denedik, bunun epey lüks bir şey olduğunun farkında olarak.
Çok şanslıyız, az ama tutarlı destekçilerimiz oldu. Yoksa devam etmek mümkün olmazdı. Mekân kira. Mümkün mertebe aynı fonlara başvurduk, orada da bir tanıdıklık ve güven ilişkisi var diyebilirim. Yeniden yeniden kendimizi birilerine anlatmak ve kanıtlamak yerine bu yapıyı kabul edip anlayabilen insanlarla paslaştık. Yıllar içinde kaç kez geldin bilmiyorum ama şu an pembe halısıyla en gösterişli halindeyiz. Herkesin destek olmak isteyeceği bir yapı da değil dolayısıyla. Bu ritimsiz ritmi bir şekilde sevmek gerekiyor.
C.M.: BAS’ta çalışırken veya kendi sanat pratiğinde arşivlerle nasıl ilişkiler kurduğunu, bir arşive nasıl yaklaştığını, onlarla nasıl bağlar kurabildiğini merak ediyorum.
B.C.: Değişen ilişkiler kurduğum kesin. Uzun süreli ilişkiler kurmaya çalışıyorum bir araya getirdiğim ya da dahil edildiğim ‘arşivlerle’, hem fiziksel hem de ideolojik olarak. Bu da kaçınılmaz olarak değişen, dönüşen ilişkiler demek; bildiğimi zannettiğim şeyleri hiç bilmediğimi anlıyorum, çok emin olduğumu zannettiğim şeylerden utanır ve tereddüt eder hale gelebiliyorum. Seçen, ayıklayan olmaktan çok; birikeni tasniflemeyi, farklı okumalara vesile olabilecek yanyanalıkları merak ediyorum, bazen zorla bir araya getirilen, bazen de zamanla kendi kendine birbirini bulan parçalardan ibaret olan.
‘İnsan Hakları Alanında Üretilen Şiddeti Konuşmak Zor’
C.M.: Çalışmalarının uzun soluklu bağlara dayandığından söz etmişken ‘Liste’yi de konuşalım isterim. Avrupa’ya varmak isterken çeşitli zamanlarda, farklı sebeplerle yaşamlarını yitiren mültecilerin isimlerini ve hikayelerini bir araya getiren bir belgeleme faaliyeti… Bu sanatsal bir çalışma veya bir ‘iş’ değil; içinde yer aldığın, paydaşı olduğun bir proje. Ancak bienallerde de gösterildi. Hatta Liverpool Bienali’nde zarar gördü. O denli bir tahammülsüzlük var bir yandan da. Yıllar içerisinde bu nefretin, göçmen düşmanlığının artışını da yaşamış olduk. İsim bir insana dair çok az şey söylese de kayıt altına aldırıyor. Siz ise bu çalışmada sadece bir isim listesi oluşturmayıp aynı zamanda ölen mültecilerin ulaşabildiğiniz hikayelerini de sürece dahil ettiniz. Hem bir sanatçı olarak bu belgeleme sürecindeki deneyimini ve pozisyonunu sormak istiyorum, hem de yıllara yayılan bu çalışmanın senin belgeyle, tasnifle, arşivle kurduğun ilişkiyi nasıl şekillendirdiğini merak ediyorum.
B.C.: Sabit pozisyonlanmanın mümkün olmadığı bir süreç. 20 yıl önce baktığım yerden çok farklı bir yerdeyim. Özetlemekte zorlanacağım. Kusuruma bakma. UNITED for Intercultural Action adlı sivil toplum ağı 1993 yılından beri Avrupa ve yandaşlarının ırkçı sınır politikaları yüzünden ölen insanların, erişilebilen bilgilerini topluyor ve açık bir veri dokümanı olarak derliyor. Evet sadece isim değil, ki bazen isim de bilinmiyor. Erişilebildiği kadarıyla yaşını, cinsiyetini, geldiği ülke ya da bölgeyi, ölüm nedenlerini ve ölüm nedenlerinin farklı kaynaklardan teyit edilmiş haber kaynaklarını listeliyor. Göçmen ölümleri listesi adını verdikleri bu dokümanı ilk okuduğumda 6104 onaylanmış kayıt içeriyordu. Yıl 2002’ydi. 11 Haziran 2024 tarihli listede 60.620 kişinin kaydı var… Ölenlerin bundan çok daha fazla olduğunu biliyoruz ama teyit edilemediği için burada göremiyoruz.
Bu bağlamda hangi bilgiye nasıl ve neden erişilip erişilemediği, teyit kriterleri kendi başına bir tartışma konusu. 2007-2019 yılları arasında aktif olarak çeşitli kültür kurumlarının işbirliğini ve kaynaklarını ‘araçsallaştırarak’ UNITED’ın derlediği bu belgenin güncellenmesine, farklı dillere çevirisine, sokak panoları, gazete gibi farklı mecralarda okunur, bilinir olması için aracılık yapmaya çalıştık. Uzun yıllar dönüştürücü politik bir potansiyeli olacağına, olması gerektiğine inandığımı itiraf etmeliyim. Bugünkü durum ortada. Hatta, son 10 yılda bu kayıtların hükümetlerin caydırıcılık politikalarına alet edildiğini bile gördük. Geçmişe dönersem her bir işbirliğinde uzun ikna ve müzakere süreçlerinin ardından, ölüm vakalarının derlenmesi, geçmişe ve güne dair bilgi teyidi, çeviri, redaksiyon ve defalarca okuma… Evet, anıtsallaştırdığımız zamanlar da oldu. 2017’de Erden (Kosova) ile konuşurken hiç bitmeyecek bir kâğıt/kayıt üzerinden yas tutma çabası demişim…
UNITED’ın da parçası olduğu insan hakları alanında kasıtsız da olsa üretilen şiddeti konuşmak zor; dilde var, yöntemlerde var, biliyoruz ama pek konuşmuyoruz. Öte yanda süregiden bu şiddet hafızasının tutulmasını, yayılmasını desteklemek için işbirliği yaptığım kültür sanat dünyası ve müdahili olduğu(muz) şiddet tarihi. Liste “görünür” oldukça başka bir şiddet sarmalının içinde buldum kendimi, faillerinden olduğumu hissettiğim. 2019’dan beri, dolaşıma girmesi için bilfiil sorumluluk almıyorum. Durmam gerekti. Devam edebilmeyi istiyorum ama farklı biçim ve ilkelerle.
‘Meşrutiyet’e Kadar Uzanalım ve Bakalım’
C.M.: 2023’te Depo ve Omuz’un iş birliğiyle bir dizi forum gerçekleşti. Görünürlük, Faillik, Kurumlar, Kesişimler, Kaynak gibi başlıklar altında oturumlar ve çalışma grupları oluştu. Sen de Faillik çalışma grubundaydın. Orada tartışmalar yürütülürken kültür sanat alanında faaliyet yürüten kurumlarla ilgili yeni tartışmalar da başladı. Daha sonra Filistin’deki işgal ve soykırım gündemi küresel çapta bir tartışmayı başlattı. Sence nereye gidiyoruz?
B.C.: Kültür-sanat alanın sahiplendiği tarihin, devletlerin ve şirketlerin şiddet politikaları ile ortaklığı ortada. Zira bunu çok fazla dillendirmemek, buna fazla ‘takılmamak’ da neredeyse adet olmuş. Hem yerel hem küreselde inkâr politikalarının kökü derin ve her yere sirayet etmiş durumda. Gazze’deki soykırım 8 ay önce bir anda başlamadığı gibi Türkiye’de de durum 20 yıl önce güllük gülistanlık değildi. En hafifinden Meşrutiyet’e kadar uzanalım ve bakalım isterim. ‘Bunlar iyi, şunlar kötü’ diye bir şey yok. Depo’daki toplantılardan birinde söylenmişti, ‘eskiden AKM’miz şöyleydi’. Nasıldı AKM? AKM ve bir sürü kurumun temelindeki şiddet düğümlerini konuşmamız gerekiyor en baştan. O ‘projelerde’ kimler yok sayıldı, kimler hırpalandı, kimler yok edildi? Buralara gidebilirsek ne ala.
19 Ocak 2007’den beri çoğunlukla bir felaket ya da bir krizin vesile olduğu örgütlenmelerin parçası oldum. Kendi adıma düşe kalka da olsa ‘bir daha asla’larım epeyce birikti ama hala bu alanda üretmekte ısrar eden biri olarak her yeni işbirliğinde koşulları yeniden düşünmeye, değerlendirmeye çalışıyorum. Hatalarıyla, sevaplarıyla bu çamurdan muaf olmadığımızın farkında olarak devam etmeye çalışıyorum. Kültür yolu tartışmalarının ardından Depo ve Omuz’un işbirliği ile başlayan ve hali hazırda devam eden forumları değerli buluyorum. Tartışmaların bizim jenerasyonun “çoğunluk” olmadığı ekipler tarafından yürütülmesini çok önemsiyorum. Ama bu süreçte beni en çok heyecanlandıran Kültür Sanat Alanında Ayrımcılığa Karşı Eyleme Geçme Çağrısı oldu. Dilerim tez vakit metnin yönelttiği davetler icabet görür yoksa zaten Bindik Bir Alamete Gidiyoruz Kıyamete…
‘Bu Ölçekteki İnkâr Ve Suç Ortaklığını İlk Kez Deneyimliyorum’
C.M.: Geçtiğimiz aylarda işlerinin de yer alacağı Neue Berliner Kunstverein’daki sergiden Pilvi Takala ile beraber çekilme kararı aldın. Filistin’deki soykırıma karşı Avrupa’da köklü kurumların sessizliklerine tanık oluyoruz. Ama pek çok sanatçı itirazlarını kuvvetli bir şekilde sürdürerek nerede durulması gerektiğini gösteriyorlar.
B.C.: Evet. Pilvi’ninki 2 Mart, benimki de 7 Haziran’da açılmak üzere art arda birbirinden bağımsız iki kişisel sergi planlanmıştı. n.b.k’nın 7 Ekim sonrası İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı başlattığı ve halen devam eden soykırım karşısında ne düşündüklerini, Alman devletinin baskıcı ve inkâr politikaları hakkında ne yapmayı planladıklarını duymak için başlayan tartışmalar, maalesef evrilmesini istediğimiz yere evrilmedi. Biz de ortak bir kararla Strike Germany hareketine katılarak sergileri iptal ettik. Bu arada kendi adıma İsrail devletine karşı kültürel boykotun parçası olmama rağmen yıllar içinde çeşitli Alman kurumlarıyla birçok kez işbirliği yaptım. Bu ölçekteki inkâr ve suç ortaklığını ilk kez deneyimliyorum.
n.b.k’ya dönersek bu olay sanırım kurumun pozisyonu açısından biraz turnusol kâğıdı işlevi gördü. Politik olarak durduğu yerden oldukça memnun görünen bir kurum n.b.k. Müdürü Marius Babias sanat ve siyaset ilişkisi konularında özellikle 2000’lerin başında epey yazıp çizmiş bir figür. Lakin kendisi iktidar, itibar ve inkâr üçlüsünün etkisi altında bizimle yüz yüze konuşmaktan özenle kaçındı. Tek karar merci kendisi olmasına rağmen, tartışma sürecini küratörler aracılığı ile sürdürmeyi tercih etti. Kararımızı duyurmamızın ardından da hem bizi hem de boykot hareketini itibarsızlaştıran, her koşulda sanatın ve sanat kurumunun “tarafsız” misyonunu koruması gerektiğini savunan uzun demeçler vermeye başladı. Böylece işbirliğini sonlandırmanın ve greve dahil olmanın ne kadar isabetli bir karar olduğundan bir kez daha emin olduk. Almanya özelinde bazı sanatçılar pozisyon almaya devam etse de, birçok sanatçı boykotun işe yaramayacağı düşüncesinde. Bir gıdım umudum varsa o da sanatçılarda değil, öğrencilerde.