A password will be e-mailed to you.

"Çamlıca’daki Eniştemiz, ilk baskısı 1944 yılında yapılan Abdülhak Şinasi Hisar’ın küçük ve çok büyük romanı. Yazarın lirik üslubuyla dönemin Çamlıca’sını ve İstanbul’unu okumak hem öğretici, hem de hakikatten çok zevkli."

Etrafı bir nevi,  ‘şiir yatağı’. Nakkaş Tepesi. Bağlarbaşı. Fıstıkağacı. Servilik. Nuhkuyusu. Altunizade…

Kendisi, ‘yüksek, ihtişamlı ve biraz münzevi’. Boğaziçi mesela… ‘mavi havasıyla içilen lezzetli bir su’  ise, o ‘koklanan bir çiçek’ gibi.

Tabiat olarak özeti: Çam ve fıstık ağaçlarıyla dolu,  büyük geniş bir koru.

Baharı ‘gittikçe yaklaşan bir musıki gibi’ geliyor ve ‘taze bir fincan süt’ misali sabahlar,  ‘ötmeyi meşk edinen bir kuşun çıkardığı bir iki ses damlasıyla’  başlıyor. Kahvaltı sonrası mutat gezintilere, ‘…  kekik, ıtır, lavanta, nane, merzenguş, karabaş, kırmenekşesi, yabani gül renginde ve o büyüklükte açan pembe ve beyaz laden ve daha sair isimlerini bilmediğimiz kır çiçeklerinden; çam, ıhlamur ve beyaz çiçekli akasya gibi ağaçlardan gelip birleşen bir temizlik ve tazelik kokusu…’ eşlik ediyor.

Dahası… Bu saatlerde börtü böcek bile ayrı bir ‘hamarat ve neşeli’. Ağustosböcekleri mesela ‘Karıncacık- buruncacık- bana kaba-etli dedi, – dedi, dedi,- dedi, dedi!..’ diyen ‘parıltılı altın sesleriyle, geçen bu nazlı saatleri güya örüp, işliyor ve onları hafızalara, ruhlara iliştirip, dikiyor…’ 

Sabah konserinin ahenginde payı olan diğer ‘hanendeler’ ise şöyle:  Serçeler, saka kuşları, karatavuklar, çayırkuşları, arı kuşları, sarıasmalar, fluryalar vd…

Gelgelelim gecelerin,  assolisti elbette, ‘büyük, berrak ve billur sesli’ Bülbül. Yanı sıra; ‘…  bazen bir damlacık sesi son derece içlenmiş tabiatın gönlünde toplanarak gecenin içine damlayan bir hıçkırık gibi duyulan: İshak!’

Lakin bütün bunların esas toplamı, çam ve fıstık ağaçlarının iri uğultusuyla beraber: Büyük sükût!

Ayrıca  bütünüyle Türk ve Müslüman.

Ve… Eskiler asıl ‘civcivli zamanının’  Sultan Abdülaziz devrinde yaşandığını söylüyor.
Şehrin neredeyse tüm aşıklarının mutlaka bir hatırasının olduğu bu ‘müstesna’ muhit: Çamlıca.

Şimdi Abdülhak Şinası Bey, o tepeden  ‘Aziz İstanbul’a bakıyor. Daha doğrusu muhteşem bir İstanbul şiiri yazıyor. Seyrederken, okuyalım bir yandan da…

‘… Buradan, en evvel, sakin ağaçlar arasında Üsküdar evleri belirir, sonra, daha aşağıda, ortada, koyu mavi sularıyla, Boğaziçi, bir firuze gibi, madeni bir cila ile parıldar ve ta karşıda uzaklıkların düzleşmiş görünen genişliklerinde, İstanbul, artık yalnız sahillerden görünen ve çepeçevre tepelerde biten şehir değildir. Her zaman teferruatını görmeğe alıştığımız bu azametli manzaranın bütünlüğünü tekmil ihtişamıyla birden görürüz. Teker teker ufalmış camileri, incelmiş minareleri, küçülmüş büyük binalarıyla, bütün şehir önümüzde yatar. Marmara’nın genişlediği noktada, dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Sarayburnu, suyun kenarında, ağaçlarının, kubbelerinin, kulesinin ve damlarının altında toplanır. Sağ tarafta sahilleri sık evlerle örtülü ve sırtlar hemen boş, Boğaziçi’nin bir kısmı, Yıldız ve Kuruçeşme’nin yeşil korularıyla, yukarı doğru süzülür, daha ileride ayrı ayrı göller halinde gözükür. Solda, İstanbul, daralıp inceleşerek, Florya’ya doğru uzar ve ta uzaklarda bir maviliğe döner. Bomboş ve masmavi Marmara’nın bir kenarında koyu renkli adalar, rahata yatmış vücutlar gibi görülür ve yine solda, daha yakında, ölüm diyarının hududunu teşkil eden Karacaahmet mezarlığının sanki yürürken duraklamış servileri görünür. Bazen tunçtan heykellere dönen, bazen içlerine düşen bir teessürle birden bir ürperme geçiren bu serviler, bence, yan yana, güya cenaze merasimine gelen ve hırkalarına sarınarak sükût eden uzun boylu, yüksek sikkeli Mevlevi dervişlerin kafilesine benzerdi ve serviliğin kenarlarında, teker teker biraz ayrılan ağaçları da sürüden uzaklaşarak güya birtakım şahsi fikirlere doğru yol alan birer dervişe benzetirdim. Bu hafif uzaklaşma gözlerimde birer felsefi ayrılış manası alırdı.’

 

‘Enişte’ Hacı Vamık Bey, Çamlıca’daki muhteşem köşkte yaşayan bir deli!

Uzun boylu, zayıf, siyah gözlü, kumral, sakalı seyrekçe…

Defterdar, mutasarrıf ve hatta son kez valilik de yapmış olan eniştenin en bariz özelliği mütemadiyen bir telaş içersinde olması. Her zaman acelesi var. En rutin işler için bile hem de hiç gereği yokken sürekli koşturmakta ve bu haliyle dönemin ‘gevşek ve mütevekkil’ ruhuna çok aykırı.

Üslubu, kozmopolit!

Şöyle ki bir yanda ‘evladı fatihan’, ‘evliyayı salihin’, ‘ravzai mutahhara’, ‘kelamullah’ ya da ‘evladı şüheda’ gibi tabirler…  dilinde ‘dini kandillerini yakarken’, aynı dilde hemen arkasından… ‘katakulli’, ‘aşiremento’, ‘aftospiyos’, ‘palavra’… gibileri ‘tenekelerini parıldatmakta’

Konuşmayı, etrafında kimse yoksa,  kendi kendisine sürdürecek kadar seven Hacı Vamık Enişte’nin kılık kıyafeti ve aksesuarları ise en az kendisi kadar ilginç!

Esvaplar: Biçimsiz, garip ve buruşuk kumaşlı, ‘hülasa gülünç ve adeta yanında bulunanları mahcup edecek’ şekilde.

Şemsiyeler: Yüzü beyaz veya krem ipekli ve içi pembe, kırmızı veya yeşil atlastan.

Gömlekler: Frenk. Madeni kol düğmeleri, bileklerden ellerin üstüne düşen yuvarlak, katı, kolalı kollukları ‘yeşilimtırak bir leke ile kirletmekte!’

Tespih: Siyah, kuka.  Ağızlık: Yasemin. Enfiye kutusu: Üstü mineli. Saat: Altın kapaklı. Yüzük: Akik üzerine kufi yazıyla kendi ismi yazılı.

Şu da var: Ailede hemen herkes ‘adeta yalnız kafası ve kalbiyle yaşarken’, Hacı Vamık Bey, vücudunu hayata ‘iştirak ettiren’ tabiatta. Gecelik entarisiyle mesela… kuyudan su çekip, bostan sulamaktan tutun da… duvar sıvamaya ve namaza camiye gidip… kurban kesmeye kadar… yapmadığı iş yok!

Atının adı: Elyel -‘En gece’- simsiyah olan… manasında-

Ayrıca: Fala, uğura ve uğursuzluğa, berekete ve bereketsizliğe, muskaya, nazara, büyüye, inkisara ve bedduaya ve sadakaya inanıyor. Ahirete de elbet: ‘… Asıl saadetin veya felaketin tam olduğu yer öteki dünya… Orada bütün hakikatler o kadar kesin ki onlara nispetle burada varlığımız bir rüyaya benzer. Asıl Cennet orada serilmiş yatıyor, asıl Cehennem orada cayır cayır yanıyor!’

Gece başka, gündüz bambaşka yaşayan, söylediği yaptığını, yaptığı söylediğini  tutmayan- bundan hiç gocunmayan- iddiacı, fıkrası- hikayesi bol, oturduğu zaman yüzyıl oturacakmış hissi verip, memuriyetleri için gittiği Arabistan çöllerinde   bir daha hiç dönemeyecekmiş gibi ‘kaybolan’ kadınlara ve yemeğe ziyadesiyle meraklı, çok gülen, çok korkan- korktuğunu zannettiğinin tersine çok belli eden- bütün kariyerini pederinin Yıldız Sarayı’nda hürmet gören ‘sakalına’ borçlu ve hanımıyla gece- gündüz kadar farklı tabiatta,  bol vesveseli ve velveleli eniştenin en ayırt edici özelliklerinden biri de dünyalar kadar büyük kıskançlığı. Bu konuda Abdülhak Şinasi Bey öyle şeyler yazmış ki… okurken hayretten hayrete savuruluyor insan. Şu kadar söyleyip, bitirelim: Hacı Vamık Bey, dağı- taşı bile kıskanıyor! -Allah muhafaza!-

Çamlıca’daki Eniştemiz, ilk baskısı 1944 yılında yapılan Abdülhak Şinasi Hisar’ın küçük ve çok büyük romanı. Yazarın lirik üslubuyla dönemin Çamlıca’sını ve İstanbul’unu okumak hem öğretici, hem de hakikatten çok zevkli. 


Yazının Notları:

1. İlk not, Abdülhak Şinasi Hisar’ın,  romanın 87. sayfasında yer alan- YKY 2. Basım- “Hayat Bilgisi Dersi” için. Öyle bir ders ki bu, her satırı mücevher kıymetinde. Veya şöyle: Hacı Vamık Bey’in şaraba taktığı isim gibi: İlaç! Sabah, öğle, akşam üç doz alınması tavsiye olunur. Bütünüyle organik. Yan etkisi sıfır. Pahası: Sudan ucuz! Katkısı: Mucize!

2. Çamlıca’daki köşkün sabah halleri, ‘gerçek uyanması’  zaman alan insanlar için cennet. Herkes birbirinin ‘tiryakiliğine’ hürmetli. Önce gecelik entarisiyle sabah kahvesi ve sigarası… sonra biraz oturup kalkma, dolanma… nihayet ‘kendine geldikten’ sonra  kahvaltı faslı ve şöyle: ‘Örtündüğümüz yorganların renklerini ve çizgilerini andıran küçük tabaklar içinde bembeyaz halis tereyağı, sapsarı  Milano yağı, kimisi pişirilmiş, cins cins peynirler, türlü türlü zeytinler, renk renk reçeller, bisküviler, kurabiyeler, simitler, pandispanyalar ve daha türlü yemekler: peynirli, sucuklu, üstleri tarçınlı yumurtalar, tatlılar, revaniler, eniştemizin pek sevdiği ve köşkünde hiç eksik etmediği Şam baklavası! Ve kaynamış sütler, salepler…’
Gelgelelim bütün bu bolluk ve berekete rağmen Enişte mutlaka arayıp bir kusur bulmakta: ‘Kaç defa söyledim ki kızaracak ekmekleri böyle kalın kesmeyin, kıtır olsun diye… Kellim, kellim, ya lenfa!..’ 

3. ‘Belki de… asıl ihtirası’ yemek olan Çamlıcalı Enişte her zaman yemeğe hazır ve ‘güya aç!’. Dilinde en çok şu var: ‘Can boğazdan gelir, ben bunu bilirim.’ Ve onun için yemek, ‘… tabiat, cemiyet, medeniyet ve uluhiyetle rabıtaları olan nazik ve şümullü bir mesele. En garipsenen ve gülünen huylarından biri de şu: Davet ettiklerine gönderdiği mektupta ayrıca dar ve uzun bir kâğıda yazılmış yemek listesi de bulunuyor. Tıpkı bir lokanta gibi. Çorba, balık, et, salata, hamur işleri, zeytinyağlılar, salatalar… Bir Ramazan davetinde üşenmeyip sayılmış: Bir takım ufak tefek şişirmelerle listede tam 33 yemek adı!

4. Sofraya oturduğunda ‘nan-ı aziz’ dediği beyaz, sıcak ve mis kokulu ekmeği öpüp başına koyan ve sonrasında gelen her tabak ve her çeşit için anlatacak mutlaka bir hikâyesi bulunan Hacı Vamık Enişte, İstanbul’un lezzetlerine de elbette son derece hâkim, hepsi ezberinde ve yeri geldikçe şiir gibi sıralayıveriyor: Yedikule’nin marulu, Langa’nın salatalığı, Bayrampaşa’nın enginarı, Çukurçeşme’nin turşusu, Vefa’nın bozası, Eyüp’ün kebabı, yine Eyüp’ün kaymağı, Karaköy’ün poğaçası, Çengelköy’ün ayvası, şeftalisi, vişnesi, Arnavutköy’ün çileği, yine Arnavutköy’ün midyesi, Göksu’nun mısırı, Kanlıca’nın Evliya Çelebi’nin bile methettiği yoğurdu, Çubuklu’nun suyu, Beykoz’un paçası, gözlemesi, yine Beykoz’un Sırmakeş ve ve Karakulak suları, Kavak’ın inciri, Büyükada’nın barbunyası, yine Büyükada’nın ıstakozu, Alemdağı’nın Taşdelen suyu!
Bunlara meşhur dükkanların malumatını da ilave etmek lazımdı: Recep’in muhallebisi, Hacı Bekir’in rahat lokumu ve akidesi, Hasanpaşa fırınının simidi!’

5. Yemekle ilgili son notumuz, Çamlıcalı Enişte’nin Abdülhak Şinasi’nin bir başka tanınmış roman kahramanı Fahim Bey’e yaptığı gönderme olsun. Fahim Bey’in alafranga küflü peynir zevksizliğine!?  Sofra başında şöyle oh!  çekiyor Enişte Bey:  ‘… kokmuş peynirleri yiyedursun, oh, biz, işte, birbirinden ala lor peyniri, kirlihanım peyniri, tulum peyniri gibi halis yerli, lezzetli peynirlerimizi yiyoruz’ -Burada tabii birbirinden nefis peynir kokularından çok, son derece kesif bir kıskançlık kokusu  kağıdın içinden çıkıp… hücum ediyor burnumuza!-

6. Arabistan’daki memuriyetlerini kotarmak için Hacı Vamık Bey’in babasının sık sık girip çıktığı Yıldız Sarayı’nın bürokratik cehennemi ve dönemin İstanbul’unun kuşku imparatorluğu romanın siyasi fonunu oluşturuyor. 31 Mart cinnetinin romandaki şahitlerinden biri ise;  ‘… Orada, yeryüzündeki insanların niçin silah attıklarını merak etmeyen…  gece!..’

7. “Çamlıca’daki Eniştemiz”in playlistinin başında hiç kuşku yok, elbette Yahya Kemal- Münir Nurettin ikilisinin Hicaz şaheseri “Sana Dün Bir Tepeden Baktım Aziz İstanbul” var ve devamında,  alaturka müzikteki pek hareketli, neşesi bol, iç açan ‘Çamlıca’ repertuarı:

“Sazlar Çalınır Çamlıca’nın Bahçelerinde”, ‘Çamlıca Yolunda Aşığı Kolunda”, “Gel Güzelim Çamlıca’ya”, “Biz Çamlıca’nın Üç Gülüyüz”…

Ancak, Abdülhak Şinasi Hisar’ın büyüleyici üslubuna ve ‘en  civcivli zamanlarını’ Abdülaziz döneminde yaşadığı söylenen Çamlıca’nın  çok hülyalı ve büyük hatırasına eşlik etmesi gereken müzikler, Cihat Aşkın’ın solist olarak katıldığı, bir Emre Aracı çalışması olan “Osmanlı Sarayı’ndan Avrupa Müziği”nde saklı!

CD’de yer alan ve daha önce de adını andığımız Sultan Abdülaziz imzalı “Gondol”, çok hüzünlü ve mükemmel! Ayrıca yine Sultan Abdülaziz’in kendi bestesi olan “Hicaz Sirto” da bu bağlamda mutlaka kulak verilmesi gereken bir eser.

Son olarak önerilebilecek olansa bir Tuluyhan Uğurlu bestesi: “İstanbul Kanatlarımın Altında.” Malum: Çok farklı amaçla bir film müziği olarak yazıldı lakin piyanonun lirizmi, özellikle de romandaki İstanbul peyzajı okunurken herkese lazım!

8. Son not, güncele ilişkin olsun:  Çamlıca yeniden yapılanmaya hazırlanıyor ve bu bağlamda etrafında pek çok tartışma yapılmakta. Bu vesileyle, Abdülhak Şinasi’nin romanının yine-yeniden okunmasında yarar var. Öğrenmek ve yeni estetik için perspektif geliştirmek adına…

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 15:20:58