A password will be e-mailed to you.

Bu haftadan itibaren online söyleşilere başlıyorum. Aslında bunlara birer sohbet demek gerekiyor hatta internet diliyle bir ‘chat’ söyleşi. Emaille yapılanlardan farklı olarak canlı yapıldığı için kesinlikle hayatın içinde öte yandan fiziksel olarak iki ayrı yerde farklı fiziksel koşullarda gerçekleştiği için sürprizlere açık oluyor. Bu bir söyleşi formu… Chat söyleşilerime Camilla Rocha’yla başladım. Onunla kaldığım yerden başkasıyla devam etmeyi planlıyorum. Krank Gallery’deki Camilla Rocha’nın 16 Temmuz’a kadar devam edecek solosunu mutlaka görmenizi tavsiye ediyorum.

Ayşegül Sönmez-İstanbul, Krank Galeri’deki solondan konuşalım….

Camilla Rocha-Tamam. 

-Küçük ölçekli bir alan olduğu için stres altında mıydın?

Tam tersine. Benim için küçük alanları anlamak çok kolay, FloriKultur bunun bir örneği.Duvarları ve tavanları anlamak önemli olan. 

-FloriKultur eski bir saplantıdan mı geliyor? Çiçekler senin için nasıl öznelleşmiş objeler?

FloriKultur, stüdyo evimi daha halka açık hale dönüşmesi, yaptığım bütün işleri bu alan dışından görme ihtiyacım vardı. Bu aslında tutku ile oluşan bir saplantı.

-Ben saplantı kelimesini kullanmaktan korkmuyorum. Saplantı iyidir.

Saplantı bir ihtiyaçtır… Ama bu bir tutkudan gelir… Günlük hayatta olduğu gibi… 

-Kesinlikle.

Çocukluğumdan beri bitkilerle hep bir bağlantım vardı. Devedikeni’nin altında geçen bir çocukluk… 

-Akbank Sanat sohbetlerimden birinde Doğa Bilimleri profesörü Adil Güner de vardı. Ona bitkilerin hisleri olup olmadığını, onlarla konuşulduğunda hissedip hissedemediklerini sorma cesaretinde bulundum.

Ne dedi? 

-Kendisinin bilimadamı olduğunu ama eşinin sularken konuştuğu bitkilerin daha hızlı ve daha güzel büyüdüklerini söyledi.

Hahaha, güzelmiş. 

-Evet, cevabını ben de çok beğendim.

Benim için ilginç olan bu, insanların bitkiler üzerinden kurdukları ilişki. 

-Hatta bitkilerin altından da…

Sefatoryum’daki bitki standları bana insanların evlerinde bitkilere nasıl özel bir yer verdiklerini düşündürdü. Önceleri bitki standlarını bir ibadet konumunda kullanıyorlardı… Şimdi ise aşağı yukarı modası geçmiş bir eşya… Onları FloriKultur’de de kullandım. Pasajın yanındaki eskiciden aldığımızı hatırlar mısın bilmem. 

-Evet, tabii ki. Eskiden evlere alınan bitkiler de modaya göre alınırdı. Definbae moda iken, Atatürk Çiçeği de modaydı…

Gerçekten mi? 

-Evet evet. Bitki modamız, trendlerimiz vardı. Apartman girişlerinde ise modası geçmiş olanlar vardı. Moda olmadığında kapı girişlerine konulurdu.

Türlerin bu şekilde kültürler arasında bölünmesi iyi bir şey değil mi?

-Kesinlikle.

Ahh, apartman girişi koleksiyonlarına bayılıyorum. 

-Evet.

Sefatoryum’da da var. İnsanların ev için olan bitkileri anlamalarını istiyorum, kauçuk bitkisi bunlardan biri. 

-Ali Akay, senin Krank’daki serginle ilgili yazdığı makalesinde işlerin sadece doğayla bağlantılı olmadığını söylüyor. Bende daha çok kültürel olanla bağlantılı olduğuna katılıyorum.

Bitkilerin sunumunu ve bitkisel konsepti zamanla kabul edilmesini anlamak için doğa ilham verici bir başlangıç noktası… 

-Evet, bitkiler büyürler, hafızayı korurlar, ve aynı zamanda hayatla besleniyorlar. Oksijenle…

Sanırım yaptığım şey, bütün farklı hukukuyla bitkiler hakkında yeni bir fikir, yeni bir ekoloji derdinde. Farkında olduğumuz ile tekrardan var olmak…

-Peki Ali Akay’ın Krank serginle ilgili seyircilerin tecrübelerini gizemli buldukları konusundaki iddiasına katılıyor musun?

Bu onun bakış açısı. Belki bunu demesinin sebebi her parçanın, her tohumun yabancı gelmesi…

-Ama öte yandan bir botanik bahçeyi deneyimlemekten daha gizemli değil.

Kesinlikle. 

-Bu yüzden senin işini sevdim ve katılıyorum.. Kamusal ve özel hislerle dolu, öznel ve nesnel… 

Gerçekten de… 

-Psikanalitik ve deneysel…

-Harika. 

-Türkiye ve Brezilya arası gibi diyebilir miyiz? Psikanalitik ve fiziksel tecrübelerle örülü…

-Hahah, bütün dünyada bu iki bölgeden gelen kaostan çıkan fikirler…

-Brezilya-Türkiye hakkında bana sözcüklerle ne anlatabilirsin? Havayı, aşkı, sıcağı…

San Paulo ve İstanbul demeyi tercih ederdim. Hayatım boyunca zaman geçirdiğim şehirlerin sanırım benzerlikleri var. Fakat söylemeliyim ki Rio’yu biraz daha fazla tercih ederim… Tepeler, deniz, doğa yerine büyük anıtlar… Dün Boğaz’da yüzmeye gittim ve derin suda yüzerken bütün manzarayı gördüm… Sanırım iki şehirde de doğanın olmamasını doğa yoksunluğunu konu ediyorum. Bu bir bahçe yaratma gerekliliğinden doğuyor her seferinde. Beni ziyaret etmelisin. Sefatoryum’dan kalanlar da evde artık. 

-Çok isterim.

-Bu bir tür yüksek sesle bağırmak gibi… Namaza çağıran minarelerden gelen sesler gibi… Bütün o renkliliği ve farklı hacimliliğiyle… Ses yerine bitkilerin var. 

-Güzel analoji… -(Şimdiden bir resim paylaşır)  O la la…

Bu yuvarlak masada Seeds işlerimi çiziyorum. 

-Çizimlerini bitkilerin temsillerinden ziyade birer indeks gibi görmek mümkün.

– Güzelmiş. 

-Onlar bitkileri temsil etmiyor onların izleri gibi…

-Evet anlıyorum. 

-Hadi bir bitkiyi çizmeyi konuşalım o halde…

Bu etkileyici bir süreç benim için. İmge’nin yaratılışı… Bazen gerçek bitkileri kullanıyorum model olarak bazen onları parçalıyorum. Söylediğin gibi benzerlerini yapmakla ilgilenmiyorum. Çizgilerini, biçimlerini kullanıyorum. Ama hep 2000’den beri ortaya çıkan bir pattern de var. Kuş bitkileri hep oradaydı Antenna da öyle… NON’daki Rhizome sergisendeki Drop bitkileri de… 

-Bir bitki ressamıyla tanıştım. Dünyada tükenmek üzere olan bitkilerin resimlerini yapıyor. ama doğru yapmak için onları koparıyormuş. Koparmak zorundaymış bilimle sanatın farkı tam da burada değil mi?

Bu tam doğa kültürüyle ilgili 

-Brezilya demişken biraz müzik de konuşalım. Radyo programım varken mutlaka çalardım Brezilya’dan bir şarkı.

Kimi mesela? 

-Tom Ze mesela… Erasmo Carlos, Jorge Ben, Tim Maia… 

Tom Ze harikadır. Onun yaptığı saf şiirdir. Kelimelerle onun oynadığı gibi kimse oynayamaz. Basit aranjmanlarla… Tim Maia da büyüktür. Hemen hemen her işini severim. Dur bir şarkısı vardı (solda)… Bulayım… 

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 22:06:47