Brezilyalı sanatçı Camila Rocha, solo sergisiyle İstanbul’da izleyicilerle buluşuyor. ‘Eğrelti Otu Meseleleri’ başlıklı sergi, yeryüzünün en eski bitkilerinden biri olan eğrelti otlarına odaklanıyor ve sanatçının eğrelti otlarıyla ilgili yaptığı araştırmalarından yola çıkıyor. Rocha’nın botanik merakı ile beraber okunabilecek olan sergi, hepimizi bitkilerin dünyalarına yaklaşmaya davet ediyor. Çocukluğundan beri bitkilerle yakınlık kuran Rocha, bitkilerin dokularını, renklerini, hareketlerini, gelişimlerini gözlemleyerek çeşitli mediumlarla işler üretiyor. ‘Eğrelti Otu Meseleleri’ sergisinde ise sanatçının büyük ebatlı eğrelti otu yerleştirmesini, suluboya çizimlerini ve akrilik resimlerini görüyoruz. Sulu boya çizimlerindeki renk geçişleri sergi mekanında bir hareketlilik yaratırken, bunu 17 dakikalık aralıklarla değişen ışıklandırmayla daha da kontrastlaştırıyor Rocha. Serginin dikkat çekici işlerinden olan ‘Asılı Eğrelti Otu’ isimli enstalasyonuyla insanın diğer canlılar üzerindeki tahakkümcü ilişkisine, insan-merkezci bakışa da yöneldiğini düşünüyorum. İşin sergi mekanına çağırdığı vahşilik duygusuyla birlikte eserin boyutları, dolayısıyla kapladığı alan ve bununla birlikte izleyicinin hareket alanını sınırlandırıyor oluşu performatif bir etki yaratıyor. Camila Rocha ile ‘Eğrelti Otu Meseleleri’ sergisini, bitkilerle ve özellikle eğrelti otlarıyla olan ilişkisini ve sergide yer alan işlerini konuştuk.
Can Memiş: 8 yıldır botanik eğitimi alıyorsun. Botaniğe yönelmeye nasıl karar verdin?
Camila Rocha: Aslında çocukluğumdan beri bitkilere düşkünüm. Büyükannemin bahçesinde oynarken onlarla yakın dostluk geliştirmiştim. Sekiz yıl önce, yeni bir Botanik Okulu açmış olan bitkibilimci Anderson Santos ile tanıştım ve o zamandan beri bitkileri daha bilimsel bir perspektifle incelemek büyük bir ilham kaynağı oldu. Ortamlarıyla ilgili imgeler, resimler ve fikirler geliştirmek için de bir çıkış noktası oldu.
C.M.: Bitkilerle kurduğun ilişkiler sanat pratiğini nasıl şekillendirdi?
C.R.: Her zaman bitkileri gözlemlerdim. Çocukluğumda oyuncak bebekler yerine güllerle oynar, onlarla fantastik anlatılar yaratırdım ya da insanların günlük hayatlarında hangi bitkiyi nasıl yetiştirdiklerini gözlemlerdim. Bitkiler, üzerinde gözlem yapmamızı ve aynı zamanda kendi hayatlarımızdan örneklerle paralellikler kurmamızı sağlıyor. Geçtiğimiz yıllarda bitkileri bilimsel olarak anlamak, onlara ne kadar yakın olduğumuz konusunda bana bir fikir verdi. Onların cinselliği, bizim cinselliğimiz, yaşamın oluşma şekli… Özellikle eğrelti otlarının üreme biçimi bizimkine çok yakın: Bir erkek gamet, sporlar yayıldıktan sonra ilk filizi oluşturacak şekilde dişi gametin içinde yüzüyor. Bunların hepsi protalo adı verilen kalp şeklinde bir formda gerçekleşiyor. Bundan ilham almamak nasıl mümkün olabilir ki? Bitkilere karşı yeterli duyarlılığınız ve ilginiz varsa, pek çok hikâye olanağına sahip olabilirsiniz. Anderson (Santos) ile İstanbul sokaklarında yürümek, kaldırımlarda neler bulabileceğimize dair dinamik bir ders gibiydi. Örneğin, Triticum aestivum (buğday), şehrin her yerine yayılmış durumda. Bu da bizim geçmişe dönmemizi, göçebe yaşamın bırakılıp tarımın başladığı ve medeniyetlerin oluşturulduğu zamanı düşünmemizi sağladı. Bu bitkinin nasıl her yere yayıldığı düşündürücü. Son 20 yıldır İstanbul’da yaşıyorum ve bir botanikçiyle yokuşları inip çıkana kadar onlara hiç dikkat etmemiştim. Yani, bitkilerle geçirilen her gün öğrenme ve ilham süreci… Eğer onlara dikkat ederseniz ve bir sanatçıysanız, tüm bu süreç bir esere dönüşüyor.
‘Eğrelti Otlarından Neler Öğrenebileceğimizi Düşündüm’
C.M.: Eğrelti otuyla ilgili yaptığın araştırmaların sonucunda ‘Eğrelti Otu Meseleleri’ sergin oluşuyor. Senin de bildiğin gibi eğrelti otları, yeryüzünün en eski canlıları arasında… Pek çok türü var, oldukça geniş bir yaşam alanına sahip. Diğer canlı türlerine meydan okuyan bir yanı var gibi de geliyor bana. Senin neden ilgini çekti eğrelti otları?
C.R.: Genellikle her çalışmamda, insanların bitkilerle olan ilişkisinden, birbirimizle nasıl ilişki kurduğumuzdan, günlük hayatta birbirimizi nasıl hissettiğimizden yola çıkıyorum. Ancak bu sefer, insanların çok büyük kusuru olduğunu düşündüğüm için Dünya’daki ilk bitki hakkında konuşmak istedim. Bilimsel kaynaklara göre eğrelti otları bu gezegendeki ilk karasal bitkiler. Farklı ülkelerde ve biyomlarda onları gözlemlemek, onların nasıl bir evrim geçirdiklerini ve onlardan neler öğrenebileceğimizi düşünmemi sağladı.
‘Eğreltikada Bir Nesne Değil, Vakadır’
C.M.: Sergi mekanındaki ‘Eğreltikada’ isimli enstalasyonun, eğrelti otlarına dair yapılan pek çok keşfe, arayışa, incelemeye işaret ettiğini düşünüyorum. İnsanların bitkilerle kurduğu ilişkinin tarihini de düşündürüyor bir yandan. Yabani hayata nüfus edebilmek için öncelikle o hayatın derinlemesine keşfedilmesi gerekiyordu. Eğrelti otu örneği üzerinden; bitkilere olan merakın bir tür hükmetmeye, bilimsel araçlarla onları, o dünyayı içermeye dair bir arzuyla birleştiğinden söz edebilir miyiz?
C.R.: ‘On the Fernable [Eğreltikada]’, mimar/sanatçı Aslıhan Demirtaş, bitkibilimci/biyolog Anderson Santos ve benim iş birliğimle oluşturulmuş bir enstalasyon. Son yıllarda çalışmalarımın birçoğunda bitkiler üzerine bilimsel bir perspektifle yaklaştım. İnsanlardan hiç bahsetmemeye karar verdiğim için ve sergide asılı olan tüm bu görsellerin nereden ve neden geldiğini göstermek için bu ana ve yaklaşıma ihtiyacım vardı. Ben de Anderson’ı Sao Paulo yakınlarındaki Atlantik ormanından ve İstanbul’dan toplayacağı eğrelti otlarından oluşan bir ‘nadireler kabinesi’ oluşturmaya davet ettim. Her iki şehirde de bulunan bitkilere rastladı ve ayrıca eğrelti otlarından bile daha eski bir bitkiye de ulaştı. Amacı, eğrelti otlarının bilimsel amaçlarla toplanma sürecini göstermekti. İkimiz de mikrodan makro perspektife kadar eğrelti otlarının bu inanılması zor evrenini göstermek için bir yüzey olarak sıkıştırılmış toprak olmasını istedik. Toprağın katmanlılığı, zamanın katmanları ve birikimi fikrini de düşündürüyor. Aslıhan’ın sıkıştırılmış toprakla uzun bir geçmişi olduğu için, onu, eğrelti otu yaprağının erken evresinde spiral şeklinde açılmasını taklit edebilecek bir şey geliştirmeye davet ettik. Eğreltikada’yı geliştirdi ve şu şekilde tanımladı:
“Fernable [Eğreltika], eğrelti otunun açılma formu olan spirale referans verecek şekilde Fibonacci Spiralini kurmak için kullanılan dikdörtgen ve karelerden oluşan geometrik kılavuzu takip ederek oluşturulmuştur. Doğayı anlamanın ve ölçmenin iki farklı antropojenik yolu olan geometriyi ve malzemeyi bünyesinde barındırır. Spiral, eğrelti otunun doğum sürecinin bir soyutlamasıyken, kömür, diğer adıyla ‘gömülü günışığı’, eğrelti otunun maddi ölüm ve dönüşüm sürecine işaret eder.”
Kömür, birçok farklı eğrelti otu türü de dahil olmak üzere bitki maddelerinden milyonlarca yıl boyunca fosilleşerek oluşur. ‘Fernable [Eğreltika]’ toprağının neredeyse kömür olmasının sebebi de budur. Aslıhan ayrıca, sıkıştırılmış toprak kaideler üzerine karbon kağıdından yapılmış geometrik formlar olan Penumbra States [Halleri] adlı bir dizi çalışmayı da dahil etti. Bu çalışmalar, Fernable [Eğreltika]’nın ağırlığını (yaklaşık 2 ton) origamilerin aşırı hafifliğiyle daha da ilişkilendiriyor zira bitkiler çokça geometrik şekil barındırırlar. Ben de Inhotim’in Bahçesinde (Brezilya) bulunan dünyanın en büyük eğrelti otundan esinlenen 4 bronz heykeli, Prizren’deki (Kosova) telkâri ustalarının eğrelti otu portresini ve eğrelti otu yaprağının tarak fikrinden yola çıkan bir tercüme heykeli ekledim. Bronz kullanımı; benim için zamanı dondurmanın, çoğunlukla geçici olan ama bu metalin altında sonsuza kadar sürecek olan bir formu korumanın yolu. Eğrelti Otu Meseleleri, tek bir konu üzerine yapılan çalışmaların görünümüne sahip. On the Fernable [Eğreltikada] ise mekandaki ışıklar söndüğünde ve enstalasyon ihtişamla parladığında bunu kelimenin tam anlamıyla gün ışığına çıkarıyor.
Son olarak, sorunuza iyi bir yanıt olduğunu düşündüğüm Aslıhan’ın metninden bir alıntı ile bitireceğim: “Fernable [Eğreltika] bir nesne değil bir vakadır, bir isim değil bir fiildir. Earthable [Toz Toprak]’da olduğu gibi “düşüncelerin ne düşündüğü önemlidir. Bilgilerin hangi bilgileri bildiği önemlidir. İlişkilerin hangi ilişkileri ilişkilendirdiği önemlidir. Dünyaların ne dünyalar dünyaladığı önemlidir.”*
‘Eğrelti Otlarıyla Diyalogumuzun İzini Sürdüm’
C.M.: Akademisyen-yazar Işıl Çokuğraş, ‘Hırt-Hışır’ serisinde pek çok bitkinin etimolojik, tarihsel, mitolojik hikayesini anlatırken, eğrelti otlarına da yer vermişti. Viktoryen dönemde değişen kültürel hayatla birlikte doğayla kurulan ilişki de değişiyor. Artık eğrelti otları evlerde sergilenir hale geliyor, müzeler açılıyor. Eğrelti otu toplamak birer hobiye dönüşüyor. Özetle eğrelti otları; orta ve üst sınıf sembollerinden biri haline geliyor. Çokuğraş yazısında bu tarihselliği ele alırken Pteridomania olarak literatüre geçen eğrelti otu takıntısı döneminden ve bu dönemde yapılan botanik yağmalardan da söz eder. ‘Eğrelti Otu Meseleleri’ arasında doğanın sömürgeleştirilmesinin de yer aldığını düşünür müsün?
C.R.: Victoria dönemi insanları, eğrelti otlarını her yerde ve her şeyde kullandıkları Pteridomania döneminden geçmekle de kalmadılar, aynı zamanda yerli türlerden bazı melezler de yapmaya başladılar. Bunun sonucu olarak ortaya çıkanlara “garabetler” diyoruz. Bunlardan ikisi, sergide iki resimle tasvir edildi. Aslında, eğrelti otları koleksiyonu, farklı sosyal sınıflardan meraklıları bir araya getirir. Bazıları, pteridomanianın çok farklı sosyal geçmişlere sahip insanları bir araya getirdiğini de savunuyor. Anderson ile birlikte, Eğreltikada’nın yanında bu konuya yer ayırmayı düşündük, ancak daha sonra bundan vazgeçtik. Çünkü bu, temel olarak, biz insanları bitkiler hakkında karar vericiler olarak öne çıkaracaktı. Ya da sorunuzda doğanın sömürgeleştirilmesi olarak ifade ettiğiniz şeyi çok fazla ön plana çıkaracaktı. Bir bakıma, nadireler kabinesi ile buna zaten yer verdik. Ancak bu çalışma, bitkinin kendisini çarpıtmaktan ziyade, daha çok bir keşif gezisi sırasında toplanan örnekleri koruyup sunuyor. Eğrelti otlarıyla zaman içinde nasıl diyalog kurduğumuzun izini sürerken, Asyalıların eğrelti otu filizini yediklerine, Yeni Zelandalı Maoriler’in Koru gibi bir eğrelti otu türünü ulusal bitki olarak seçtiklerine dair bilgilere de rastladık. Bir şekilde, nadireler kabinesinde, homo sapiens’in bilgisi tarafından gerekli sınıflandırma yapılmış olmasına rağmen, bitkilerin tabiatı korundu. Bunu sömürgeleştirme olarak adlandırmazdım, ancak Viktorya dönemi insanları ve diğer uluslar için durum bunun tam tersi gibi görünüyor.
‘Bitkilerin Akşamüstü Işığını Nasıl Algıladığından İlham Aldım’
C.M.: ‘Asılı Eğrelti Otu’, insanın diğer canlılar üzerindeki tahakkümcü ilişkisine ve insan-merkezci bakışa yöneliyor. Eserin uyandırdığı ‘vahşi doğa’ hissi ve sergi mekânında kapladığı alan; sergide izleyicilerin hareket alanını sınırlandırıyor olması itibariyle de başlı başına performatif bir güce sahip. Bu eseri nasıl tasarladın, kavramsal arka planı nedir?
C.R.: ‘Asılı Eğrelti Otu’ veya ‘Samambaia de Metro’ yaklaşık 12 metre uzunluğunda. Atlantik ormanında şelalelerin yanında yetişen mevcut bir eğrelti otundan ilham aldım. Eğrelti otu doğal habitatında 10 metreye kadar uzayabilir, ihtişamı bana çok bir ilham verdi. Başından beri sergi mekânında tam olarak bu konumda asılı duracak tek bir bitki olmasını istedim. Her şey de bu bitkiyle olan ilişkiden yola çıktı. Mekandaki boşluğu doldurmak için bu harekete ve renklere ihtiyaç duydum ve zaman zaman ışığın yoğunluğuna bağlı olarak kendiliğinden hareket edebileceğini düşündüm. Uzun yıllardan beri, daha doğrusu 2011’den beri asılı bitkiler yapıyorum. Bu, yeni bitki türleri fikrini devasa bir formatta genişletmenin bir yoluydu. Her zaman yeşil ön yüzle beraber arka planda gradyanı tekrarlıyorum. Bu çalışma, bitkilerin akşamüstü ışığını nasıl algıladığından ilham aldı, bu yüzden kahverengiden mora, kırmızıya geçiyor ve aynı zamanda bir gelişim hissi veriyor.
‘Eğrelti Otu Meseleleri Zaman Üzerine Egzersiz’
C.M.: Mekânın ışıklandırması sabit değil, izleyiciler sergiyi izlerken ışık da değişiyor. Ama aslında hem resimlerinde hem de onların yerleşiminde bu zamansal farklılaşmayı görüyoruz. Bunla yetinmeyip ışığı da dinamik olarak mekâna yerleştirmenin özel bir sebebi var mıydı?
C.R.: Eğrelti Otu Meseleleri her şeyden önce, zaman üzerine bir egzersiz. Eğreltikada’daki toprak katmanlarına bakarken zamanı hissediyorsunuz. Sergideki resimlerin arka plan renklerini gözlemlerken zamanı hissediyorsunuz. Bu renkler, bitkilerin gün boyunca ışığı nasıl algıladıklarının bir temsili: Koyu yeşilden koyu maviye, açık maviden pembeye bir bitki için sabah 10 ışığını gösterir, pembe ile bej öğle saatlerini… Bejden kahverengiye, kahverengiden mora, mordan kırmızıya dönüşür. Serginin ortasında asılı duran eğrelti otunun arka planında da bu son üç renk var, bitkinin gelişim sürecini temsil etmek amacıyla. Şili Patagonya’sına yaptığım bir keşif gezisinde Blenchum chilense adında bir türle karşılaştım. Hayvanlar onu yemesin diye kahverengi doğar, sonra daha güçlü olduğunda mora, en sonunda hayata dayanacak kadar güçlü olduğunda ise yeşile dönüşür. Sergide onun iki portresi bulunuyor. Zamandan, zamanda geriye gitmekten, bir türün gelişimi boyunca zamanı gözlemlemekten bahsettiğim için, doğal olarak, 2 yıl önce bu projeye başladığımdan beri ışık önemli bir element oldu. Ziyaretçilerin de tıpkı bitkiler gibi ışığın değişimini hissetmelerini istiyordum, ancak 17 dakika gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde. Bunu benimle birlikte geliştirmesi için yetenekli bir isim olan Kemal Yiğitcan’ı davet ettim. Birkaç toplantı yaptık ve Herzog’un “Unutulmuş Düşler Mağarası” adlı belgeseli hakkında konuştuk. Yapıldığı dönemde son derece iyi bir şekilde geliştirilmiş ve bir mağaradaki resimler hakkında olan bir belgesel… Hayvanlar ışıkla birlikte hareket ediyor. Ben de resimlerin ışıkla, bir daire içinde, tıpkı yaşam gibi, tıpkı bir eğrelti otu gibi hareket etmesini istedim.
C.M.: Daha önce bitkiler hakkında arşivleme çalışmaları yapma imkânın olmuş muydu?
C.R.: Bitkiler hakkındaki fikirleri nasıl özümsediğimiz, 2000’lerin başından beri pratiğimin başlangıç noktası oldu. “Yeni Bitki Türleri” isimli bir proje yapmaya başladığım zamanlardı. Sınıflandırma şeklini büyükannemin şifalı bitkiler kitabından aldığım bu projeyi e-postayla yollayıp insanlardan, bir tür sera gibi çalışacak bir dosya açmalarını, tüm yeni türleri bir araya getirmelerini ve arşivlemelerini istiyordum. Herkes istediği kadar yazdırarak çoğaltılabilecekti. Ayrıca, 2016 yılında İstanbul Modern’deki ‘Yok Olmadan – Till It’s Gone’ sergisinin bir parçası olarak gerçekleştirdiğim Sefatoryum adlı büyük ölçekli enstalasyon sırasında, bazı yeni türleri, bazı evcilleştirilmiş olanları ve bazı yapay olanları bir ortamda bir araya getirdim. Bu, bitkilerin gelecekte nasıl görünebileceğini hatırlatmanın bir yoluydu. Evcilleştirilmiş türler, insanların muhtemelen evlerinde veya ailelerinin evlerinde bulunan bitkileri tanıması için seçildi. Yapay bitkileri, bir bitki fikrinin “tercümesi” olarak ve yeni türleri ise gelecekteki olası yetiştirme şekli olarak seçtim.
‘Spiral Şeklinde İlerlemek’
C.M.: ‘Eğrelti Otu Meseleleri’ serginin açılışı, gözaltında kaybedilen evlatlarını arayan Cumartesi annelerinin/insanlarının 1000. hafta buluşmasına denk geldi. Brezilyalı bir sanatçısın. Brezilya’da da benzer bir mücadelenin olduğunu biliyoruz. Askeri diktatörlük dönemi yaşamış bir ülke, Brezilya. Sivil toplum örgütleri ve faili meçhul cinayetlerde öldürülenlerin ailelerinin yoğun çabaları sonucunda Brezilya hükümeti 1995 yılında askeri rejimin 136 kişiyi öldürdüğünü resmen kabul etmiş oldu. Siyasi cinayetler ve zorla kaybetmelerle ilgili komisyonlar kuruldu. Ancak hakikat hakkı ve yüzleşme konusunda siyasi bir hat yok ve dolayısıyla bu adımların hiçbiri kayıp yakınları için tatmin edici olmadı. Her iki ülkeyi yakından takip eden bir sanatçı olarak, iki ülkenin zorlu geçmişlerinin kültürel iklimlerini nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsun?
C.R.: Brezilya ve Türkiye’nin yakın tarihleri arasındaki tesadüfler ilgi çekici. Brezilya’daki diktatörlük 136 kişiden çok daha fazlasını öldürdü ve aslında bunu hiçbir zaman gerçekten kabul etmedi. Katiller, Güney Amerika’daki diğer ülkelerde olduğu gibi, hiçbir zaman yargılanmadı veya mahkûm edilmedi. Önceki başkanlık döneminde, 2018-2022 yılları arasında, tüm büyük şehirlerde ve mecliste polis kuvvetlerinin askerileştirilmesi engelsiz bir şekilde gerçekleşti, kimse onları durduramadı. Askeri darbe gününü bir kutlama günü olarak değiştirmek istediler. O günü demokrasinin ölümü olarak görmek yerine, sadece bir özgürlük çatışmasına indirgemek istediler. 8 Ocak 2023’te neredeyse yeni bir darbe tehlikesi yaşadık. Başkent Brasilia’da üç büyük güç merkezi, eski başkanın fanatik yağmacıları tarafından askeri güçlerin desteğiyle işgal edildi. İşledikleri suçlarından dolayı yargılansalardı, bu kadar çok güç kazanamazlardı diye düşünüyorum. Gücünü yalanlara veya sahte haberlere dayandıran yöneticiler iktidarda olduğunda, hepimiz acı çekiyoruz. Kültür, her zaman olduğu gibi bundan ilk etkilenen alan oluyor. Eleştirel düşünmeye yer yok, hatta düşünmeye bile yer yok. Bir sonraki adım da eğitim sistemini yok etmek oluyor. Hayal kurmaya da yer yok. İyimserliğe ve güzelliğe tutunarak direncimizi sürdürmek, günümüzde tüm dünyada oldukça radikal bir eylem haline geldi. Bu yüzden, çağdaş yaşamın baskısından kaçabileceğimiz ortamlar yaratmaya çalışıyorum. Bitkilere, özellikle de eğrelti otlarına bakmak, dayanıklılık öğrenmenin ve sürdürmenin, ilham vermenin ve spiral şeklinde ilerlemeye devam etmenin bir yolu.
*(Donna Haraway’in ‘Anthropocene, Capitalocene, Plantationocene and Chthulucene: Making Kin’ metninden)