“Uzun yıllardır biliyoruz ki doxazofilerin* ilk belirtisi, bir şeylerin sonunu ilan etmekti. Kahraman da bu geleneği bozmuyor.”
Bir haftada iki Hasan Bülent Kahraman şoku gerçekten tuhaf oluyor. Geçen pazar Hürriyet‘te yayınlanan Çınar Oskay röportajı, üstadın hızına yetişemediğimiz salınımları konusunda yine iyi bir örnek oldu. Edebiyat ve sinemanın iktidarı bitti; yeni kral çağdaş sanat sözleriyle taçlandırılan röportaj, okuyanı “Pes yahu!” dedirtecek ayrıntılar ile doluydu. E tabii Contemporary Istanbul’un baş danışmanı olunca böyle bir saptama normal. Zaten uzun yıllardır biliyoruz ki doxazofilerin* ilk belirtisi, bir şeylerin sonunu ilan etmekti. Kahraman da bu geleneği bozmuyor.
Oskay’ın, “Şimdi muhafazakârlar İstanbul’u neden yıkıyorlar; hürmetleri yok mu?” sorusuna bakın üstadımız nasıl cevap veriyor:
“Hayır yok. Türkler geçmişlerini sevmez. Bu bizim göçebelikten gelen kültürümüz. Sürekli yeni bir yerde olmak isteyen, yerleşikliğe geçememiş bir toplumuz. Sebebini söyledim: Taş mimarimiz yok.”
Yani AKP ve şirketlerin kentsel talanının, neo-liberal dönüşümün, soylulaştırmanın aktörleri birden Türkler oluverdi. Göçebe olduğumuz için muhafaza edemiyormuşuz. Alın size, Foucault ve Edward Said üzerinden tonlarca laf döşeyen bir düşünürden sapına kadar kolaycı ve Oryantalist bir saptama. Muhafazakâr bir iktidarın Gezi ve 17 Aralık operasyonuyla iyice açığa çıkan kapitalist ve betoncu sömürüsü yuvarlak bir lafla savuşturuluyor. Yine yoksullar ve baldırı çıplaklar yapmış oldu kabahati. Oskay’ın siyasal taraflılık talep eden ve eleştirel bir duruş bekleyen sorusu, hooop uçuşuvermiş oldu bu “orijinal” cevapla.
Oysa Kahraman aydınımız, Şubat 2012’de yine aynı köşede “muhafazakârlar İstanbul’u koruyor" diye buyurmuştu. Sabah’taki köşesinden şöyle cümleler kuruyordu: “Zaman alacak olsa da İstanbul’u kurtarma faaliyeti başladı. Elbette bazı ‘kiç’ kazalar olacaktır, nahoş görüntüler çıkabilecektir ama her şeyin yerli yerinde kalacağı bir dönem doğuyor.” Ve arkasından soylulaştırmayı da meşru gören bir cüretle devam ediyordu üstat: “İstanbul’un siluetinin bugüne kadar kemirilmesinden sonra şimdi korunmak istenmesinin altında yatan asıl dinamik budur. Nitekim, daha önce ‘muhafazakarlık kurtaracak İstanbul’u’ demiştim bu köşede yazdığım yazılarda. İşte o muhafazakarlık kendisini göstermiştir, bendenizin kehaneti doğrulanmıştır; zaman alacak olsa da ‘kurtarma faaliyetleri’ başlamıştır. Dileyenlere bir örnek olarak Beyoğlu Belediyesi’ni göstereyim. Onu da yazmıştım daha önce. Safiyane bir biçimde, ‘içkiyi yasaklıyorlar’ falan denirken, Beyoğlu Belediyesi, çok akıllıca, çok zarif bir çalımla, Beyoğlu’nu dolduran, 25 kuruşa bira içen lümpen kitleyi oradan sürüp çıkarıyor; bölgeyi mutenalaştırıyor. Artık kim diyemez, Beyoğlu’nun kurtuluşu asıl şimdi başladı diye?”
Gerçekten utanmaz cümleler bunlar. 25 kuruşa bira biçen lümpen kitleler de biz oluyoruz anlaşılan ya da Gezi’de direnen çocuklar. Sermayenin kenti gaspı ancak bu kadar meşrulaştırılabilir. Evet, AKP kenti kurtarıyor gerçekten; ama “kurtarma”nın argodaki çağrışımlarını düşünürsek. Şimdi ise –Gezi sonrası– anlaşılan üstat fikrini değiştirmiş. Kentin çalındığını kabul ediyor, ama bunları soyut bir Türklüğe ve göçebeliğe bağlıyor. Ama yemiyoruz tabii!
Röportaj ilerledikçe daha da dumur oluyoruz. Çınar yine sert bir soru soruveriyor: “Sanat piyasasının hafif karanlık bir tarafı var mı? Alış verişler şeffaf değil; masanın altında sürekli bir şeyler dönüyor sanki.”
Üstat bütün cüreti ve kesinliğiyle cevaplıyor: “Basel Fuarı 1970’lerde kuruldu. Para aklamak gerekiyordu; İsviçre’nin bir köyünde kurdular. Tarih kitaplarında yazan bir gerçektir bu. Bugün dünyada yıkanacak, aklanacak o kadar da para yok. Bir pazar var ve aslında sanata önemli katkıda bulunuyor.”
Cevaba bak! Bugün aklanacak o kadar para yokmuş. Oysa dünya tarihinin en sert aklama dönemlerinden birini yaşıyorken; hatta 17 Aralık operasyonlarıyla Reza Zarrab üzerinden ucu Dubai’ye uzanan bir aklama karşımızda dururken; böyle bir cevaba ancak yuh denilebilir. Uzun yıllardır biliyoruz ve tartışıyoruz zaten; hatta sevgili Ali Artun’un Çağdaş Mediciler olarak gördüğü Dubai’nin çağdaş sanat üzerindeki ağırlığı bu kadar ortadayken, böyle bir cevapta ancak art niyet aramak gerekiyor. Örneğin Zarrab’ın koleksiyonerliğe soyunduğunu biliyoruz. Kahraman bu kadar net nasıl konuşabiliyor? Elinde kanıtlar mı var gerçekten; ama sanmıyorum; hiçbir riske girmek istemeden sadece savuşturuyor.
Durun daha bitmedi. Üstadın iki gün önce Sabah‘ta yayınlanan “Paris’te bir cumartesi” başlıklı yazısı zor günler geçiren ve Suriye dolayısıyla zan altında olan bir bakana nasıl cila çekilir dersiydi adeta. Kahraman’ın “sadece ona özel” Dış ilişkiler Bakanı Davudoğlu ile romantik ve de tabi ki entelektüel bir Paris gezintisini anlatan yazı, neredeyse bir bakandan Walter Benjamin çıkartıverecek samimiyetteydi. İki cümlesinden biri derin, bilgili ve görgülü bir bakan övgüsü olan yazı, sanatın mabetlerinden Louvre Müzesi ve derin bir sanat sevgisiyle taçlanıyordu.
Yazıdan bir parça, Kahraman’ın üslubu konusunda fazlasıyla fikir verecektir. “Davutoğlu sergiyi tarih konusundaki derin bilgisi ve zengin entelektüel birikimiyle gezdi. İslam sanatı meselesi tartışmalı bir konudur. Eski bir ‘tarih yazımı’ (historiography) anlayışına dayalıdır. Batı, kendi sanatının tarihini öne çıkarmak ve merkeze oturtmak için sanatı diğer ‘bölgelere’ ayırmıştı. Daha önce Louvre’da, Asya sanatları bölümünde yer alan İslam sanatları bölümü sonradan ayrı bir kesime dönüştürüldü. En nihayet bugünkü yapı inşa edildi. Toplam 6 bin metrekarede 18 bin parça sergileniyor.”
Tabii bakanla müze gezince mesele bir yerden İslam sanatına bağlanacak. Davutoğlu doğal olarak Fransa’ya ilk İslam sanatının ne zaman geldiğini soruveriyor. Arkasından devam ediyor yazarımız: “Bunun bir kaya kristali sürahi olduğunu öğrendik. İlk yapıtlar Haçlı seferleriyle birlikte geliyor. Ama sistematizasyonları 15. yüzyılda başlıyor. Bu arada 9. Louis’nin içinde vaftiz edildiği kap da gene bir İslam yapıtı. Davutoğlu yapılan açıklamaları dikkatle dinledi ama onlara kendi yorum ve katkılarını getirdi.”
Gerçekten çok verimli bir müze sergisi olmuş değil mi? Sürahiyle buluşmak mutlu ediyor yazarımızı. Sinirlerimi germemek için daha fazla devam edemeyeceğim. Gerçekten Kahraman bizi şaşırtmamaya devam ediyor!
Şaşırdınız mı?
* Doxazofi, Yunancadaki doxa (δόξα) ve sophia (Σοφíα) sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşan bir sözcüktür.
İlkçağ Yunan felsefesindeki genel anlamıyla doxa (doksa), gerçek bilginin (episteme) karşıtı olarak inanca dayalı bilgi anlamına gelen kanı sözcüğüne karşılık gelir. Sophia sözcüğü ise bilgelik sözcüğünün Yunancadaki karşılığıdır.
Sözcüğün bu yazıda üstlendiği anlam ise Pierre Bourdieu’nun, doxa kavramını kullanımdan hareketle oluşturulmuştur. Bu çerçevede doxa sözcüğü, bir failin, belirli bir alandaki eylem ve düşüncelerine ilişkin bilgi veren öğrenilmiş, temel, bilinçdışı inanış ve değerler anlamına gelmektedir.