Eyüplü Halit, Prenses Carboo, Selçuk Parsadan, Waldo Demara ve ‘Sülün Osman’ Dünya dolandırıcılık tarihinde adları anılan belli başlı isimlerden birkaç tanesi. Her birinin kendine özgü dolandırıcılık hikâyesi var. Sülün Osman Galata Köprüsü’nü gelip geçene satarken, Eyüplü Halit evlenme vaadiyle 68 kadının mücevherlerini ve parasını alıyor. Her bir dolandırıcının kendi hikâyesinin yanında işin en ilginç yanı bugün, bu hikâyelerden yola çıkılarak bir sergi oluşturulmuş olması. Sanatçı Burak Delier, bu tür dolandırıcılık hikâyelerden yola çıkarak “Hür Budalalar Ve Kurnazlar” adlı bir sergisiyle karşımızda. Pilot Sanat Galerisi’ndeki sergi açılışında bir araya geldiğimiz Delier ile neden böyle bir konuya yöneldiğinden, dolandırıcıların ortak özelliklerine, insanların neden kandırıldıklarına dair birçok konuda konuştuk. Delier, dolandırıcılık hikâyelerinden yola çıkarak önemli tespitler yapıyor: “Dolandırıcılık hikâyeleri bizim kurban olmadığımızı aslında faşizmlerin, finansal işleyişlerin ya da ekonominin tabandan katılımla ve mikro ilişkiler içinde oluştuğunu ve bizim de aktif özneler olarak egemen değerleri, düşünme biçimlerini çoğalttığımızı bize hatırlatıyor.” Söz, Burak Delier’de.
Hüseyin Gökçe: Yaklaşık iki yıldır dolandırıcılık felsefesine ve tarihine dair bir araştırmanın sonucunda ‘Hür Budalalar ve Kurnazlar Cemiyeti’ adlı sergin ortaya çıktı. Neden böyle bir konuya yönelme ihtiyacı duydun?
Burak Delier: Bundan önceki çalışmalarımda ekonomi ve politika hakkında çalışırken, “bugünkü çalışma koşulları bireyler tarafından nasıl kabul ediliyor?”, “bugünkü dünya ve ekonomik düzenle insanlar nasıl başa çıkıyor?” ya da “insanların başarı kriterleri nedir?” gibi konular üzerine çalışıyordum. Bu çalışmanın sonucunda “Ekonomi ve İnanç Jimnastikleri” diye bir iş yaptım. 12 posterden oluşan bir seriydi. Poster-deneme çalışmasını yaparken de, felsefecileri, iktisat yazarlarını aynı zamanda da popüler ekonomi dergilerini okudum. Ekonomist, Forbes gibi…
Bunları karıştırırken Sülün Osman’ın hikâyeleriyle karşılaştım. Ve Sülün Osman’ın bir konferansta söylediği bir söze tanık oldum. Söz “Beni dolandırmayan kimseyi ben dolandırmadım” idi. Ve onu da direk postere koydum. Posterlerde dolambaçlı, çelişkili sloganlar ve bugünkü kapitalizmi anlatan görseller vardı. Bu süreçten sonra Sülün Osman’la ve dolandırıcılarla ilgilenmeye başladım. Orada bana ilginç gelen şey şuydu: Biz genelde gücü ya da iktidarı soyut bir merkezde ya da bir bireyde somutlaştırıp onun üzerinden bir mücadele ve direniş fikri geliştiriyoruz. Onlar güçlü, biz güçsüzüz; onlar gücü uyguluyor, biz maruz kalıyoruz; biz iyiyiz, onlar kötü; biz mağduruz, onlar zalim vs.
Oysa benim seçtiğim dolandırıcılık hikâyelerinde ve Sülün Osman’ın söylediğinde şöyle bir şey var: Sen eğer dolandırıcı değilsen, dolandırılmazsın da. İktidar yukarıdan, bir merkezden, kötü insanlar ve komplolar, “üst akıl” üzerinden değil, tabandan hatta öznenin kendisi üzerinden işliyor. İktidar dışarıda, uzakta bir yerde değil, burada, sende, bende bizim ruhumuzda, arzularımız ve korkularımızın biçimlenişinde. Bu fikir hoşuma gitti. Ve bu fikirden çıkarak sergiyi kurdum.
Dünyadan ve Türkiye’den dolandırıcılık hikâyelerini yeniden ele aldın. Bu hikâyeleri seçerken nelere dikkat ettin?
Benin yaptığım seçkide çok fazla hikâye var. Benim yaptığım seçki; finansal dolandırıcılıkları, rüşvet, yolsuzluk ya da kurumlar üzerinden dolandıranları, kurumsal ayrıcalık pozisyonu nedeniyle toplumu ve insanları dolandıranları kapsamıyor. Daha çok hiçbir şeye sahip olmayan, sıfırda olan, yoksul olanın devleti, zengini, şirketleri dolandırma hikâyelerini toparladım. Daha çok rol yapma, performans ve yetenekleri olan toplumsal kurguları, kurumları kullanan kişileri buldum. Mesela, Prenses Caraboo hiçbir şeye sahip değil. Eşarbını çıkarıp kafasında farklı bir şekilde bağlıyor. Bilinmeyen bir dil konuşmaya başlıyor. Ve ondan sonra kendisini prenses olduğuna ikna ediyor. Ya da Sülün Osman’ın Galata Köprüsü’nü birilerine satıyor olması… Orada dolandırıcıların yararlandığı bir ayrıcalık yok. Ayrıcalıksız konumda olanların dolandırıcılıklarını topladım.
“Biz sanki yalancıları afişe edip tekrar yalancılara kanıyoruz. Hâlbuki yalan söyleme lüksünü çalmak çok daha kuvvetli bir politika.”
Dolandırıcılık hikâyelerinden esinlenerek günümüz dünyasına eleştiri getirilebilinir mi?
Bana yönetilebilir gibi geliyor. Hem finansın bugünkü işleme bağlamında hem de günümüzdeki yeni faşizmlerin işleme mantığında şunu gözden kaçırıyoruz: Yukarıda bir kötü var, bir komplo kuruluyor ve biz de onun kurbanlarıyız gibi. Fakat dolandırıcılık hikâyeleri bizim kurban olmadığımızı aslında faşizmlerin, finansal işleyişlerin ya da ekonominin tabandan katılımla ve mikro ilişkiler içinde oluştuğunu ve bizim de aktif özneler olarak egemen değerleri, düşünme biçimlerini çoğalttığımızı bize hatırlatıyor. Bu işin bir tarafı. Diğer tarafı da, dolandırıcılar toplumsal kurgulara, toplumsal güç ilişkilerine bakıp, şöyle diyorlar: “Ben bunlarla oynarım”, ben bunlarla mücadeleyi cepheden vermem de “bunlarla oynarım”. Dolandırıcılık hikâyelerinde, mücadele, direniş biçimleri üzerine ve varoluşumuza dair çok önemli veriler, fikirler bulunduğunu düşünüyorum.
Günümüzde televizyonda, gazetelerde onlarca dolandırıcılık olaylarıyla karşılaşıyoruz. Bunları duymamıza ve görmemize rağmen yine de dolandırılıyoruz. Herkes bir gün dolandırılacak gibi bir algı yarattı bu haberler…
Bence dolandırıcıların kullandığı iki şey var. Biri toplumsal kurgular. İkincisi toplumsal kodlar. Cornelius Castoriadis’in ‘hayali kurumlar’ dediği şey var. Bence mesele şu: Dolandırıcılar içgüdüsel olarak bilerek ya da bilmeyerek bu toplumsal kurgu ve kurumları fark ediyorlar. “Köşeyi dönmek”, “başarı”, “kâr”, “evlilik” ya da “millet”, “ulus” vs. bunlar kurgu, kurum ve mitlerdir. Dolandırıcılar bu toplumsal kurum ve kurguları kullanarak insanlara bir oyun oynuyorlar. Biz biliyoruz ki, bugün ekonomi ve politika da bu kurgular üzerinden insanları ikna ediyor. Gerçek yok, gerçek oluşturuluyor. İnsanlara belli bir öznellik formu yaratılıp onların katılımı sağlanıyor. Dolandırıcılar bu politikanın, ekonominin ne olduğunu onların hangi kurgular üzerinden çalıştıklarını bize net bir şekilde gösteriyorlar.
“Aslında köprü bizim. Kamu malı ve kamu biziz. Bugün kamu malları satılıyor. Biraz da bu özelleştirmelere, kimin, neye sahip olduğuna dikkat çekmek istedim.”
Bu durumda dolandırıcılara iyi bir ekonomist, sosyolog, psikolog ve antropolog diyebilir miyiz?
Tabii. Bunun yanında, dil yetenekleri çok yüksek. Hepsi birkaç dil konuşuyor. Rol yapma yetenekleri çok iyi. Toplumsal kodları okuma yetenekleri oldukça iyi. Esnekler, çeşitli durumlara hemen uyum sağlayabiliyorlar. Bu anlamda pratik zekâları çok yüksek ve yaratıcı insanlar.
Kimi dolandırıcıların hikâyelerini yeniden deneyimledin. 1950’lerde Galata Köprüsü’nü yoldan geçenlere satan Sülün Osman gibi sen de 3 Aralık 2015 tarihinde Galata Köprüsü’nde çıktın. İnsanlar nasıl karşıladılar. Köprüyü sattığın kişiler oldu mu?
Sülün Osman’ın hikâyesi şöyle: Eline paspasını ve taburesini alıyor ve Galata Köprüsü’ne kuruluyor. Gelen geçenden gişe gibi geçiş ücreti alıyor. Birisi ona sorduğunda diyor ki “Köprü benim ama sıkıldım bu işten, satıp kurtulmak istiyorum.” Ve orada birisi ben alayım derse, köprüyü o kişiye satıyor. Benim yapmak ve canlandırmak istediğimde buydu. Gelen geçenler ne yapıyorsun diye sorduklarında ‘bu köprü benim, satmaya çalışıyorum’ dedim. Tabii insanlar gülüyorlar. Bu numarayı ilerlettikten sonra, insanlara Sülün Osman’ın hikâyesini anlattım. Ve daha sonra da, köprünün kimin olduğunu anlatmaya çalıştım.
Aslında köprü bizim. Kamu malı ve kamu biziz. Bugün kamu malları satılıyor. Biraz da bu özelleştirmelere, kimin, neye sahip olduğuna dikkat çekmek istedim. Sülün Osman’ın bence orada yaptığı şey şu: Köprü gerçekten bizim, her geçen, her Galata Köprüsü kartpostal fotoğrafı paylaşan, Köprü’yü tekrar üretiyor. Köprünün değerini biz yaratıyoruz. Dolayısıyla istersek satabiliriz de.
Seçtiğin kişilerde seni en çok etkileyen dolandırıcı kim diye sorsam?
Sülün Osman, Eyüplü Halit de var. Ama benim kahramanın Selçuk Parsadan.
Neden Selçuk Parsadan?
Selçuk Parsadan, bizim toplumsal tarihimizden yitip gitti. Aslında 1990’larda ‘Örtülü Ödenek’ meselesini ortaya çıkaran Selçuk Parsadan’dı. Selçuk Parsadan bugünün Türkiye’sini çok ilgilendiren bir kişi. AKP’nin seçilmesinde yolsuzlukların ortaya çıkması önemliydi. Yolsuzlukların ortaya çıkmasında ise örtülü ödenek skandalı çok önemliydi. Ve Selçuk Parsadan onu yapmıştı.
“Kandırılmamak, aldatılmak değil mesele, aldatılma mekanizmalarının, toplumun ve öznelerin ontolojik kırılganlığının farkına varmak önemli. Bundan sonra da elbet bu korku ve arzuları manipüle etmek isteyen her türlü iktidar odağına direnmek. “
Bir başka deneyimlediğin dolandırıcılık hikâyesi ise Eyüplü Halit’in. 68 kadını evlenme vaadiyle kandırıp para ve mücevherlerini alan Eyüplü Halit’ten esinlenerek, Sait Halim Paşa Yalısı’nda bir fotoğraf çekimi çağrısı yaptın.
Eyüplü Halit, 1930’larda çeşitli kişiliklere bürünerek (mebus, denizci, memur) 68 kadına evlenme vaadiyle parasını ve mücevherlerini alıyor. Sonra şikâyet ediyorlar. Ve 3 Nisan 1930 yılında 10 yıla mahkûm ediliyor. Dolandırıcılık hikâyelerinin genelinde mutlu bir gelecek vaat eden beyaz atlı prens küçük bir yardım çağrısında bulunuyor. “Geleceği parlak bir mebusum ama şu an 1000 TL’ye ihtiyacım var!” Âşık gelin adayımız inanabilir de, inanmayabilir de. Ya da inanmasa bile, sevdiği için veya mutlu gelecek umudunu kaybetmemek için parayı verebilir. Ben de böyle bir yardım çağrısı yaptım. Eyüplü Halit’in hikâyesini, kendi yorumumu ve projeyi anlattım. Facebook’tan, kuaförlere küçük afişler asarak çağrıyı duyurdum. Ve onları Sait Halim Paşa’da bekledim. Geldiler ve orada fotoğraf çekimi yaptık. Bir nevi yardım çağrısını performe ettim.
Bütün bu hikâyelerden sonra insanlar neden inanır?
Selçuk Parsadan’ın çok güzel bir sözü var. ‘‘İnsanlar korkarlarsa ya da ümit ederlerse para verir’’ diyor. Gerçekten de böyle olduğu düşüyorum. Korku ve geleceğe dair arzularımız, politikacılar, reklamcılar, kapitalistler, halka ilişkiler tarafından kullanılıyor, yönlendiriliyor ve manipüle ediliyor. Ve gündelik hayatımızda da böyle. Arkadaşlık, aşk ve evlilik ilişkilerinde de böyle.
Kandırılmamaya karşı nasıl bir strateji geliştirmemiz gerekiyor?
Kandırılmamak, aldatılmak değil mesele, aldatılma mekanizmalarının, toplumun ve öznelerin ontolojik kırılganlığının farkına varmak önemli. Bundan sonra da elbet bu korku ve arzuları manipüle etmek isteyen her türlü iktidar odağına direnmek. Soldan etkili bir eleştiri getirebilmek için, “ideolojiler” ya da “yanlış bilinç” gibi öznenin özneliğini yok sayan bir tavır üzerinden değil de, somut olarak hayatımızda yer alan toplumsal kurguların ve bütün kurguların altında yatan kırılganlığımızın farkına varmalıyız. Biz ne kırılganlığımızın, arzu ve korkularımızın bizi yönettiğini ne de kurgu ve kurumlarımızın bu kaynağa oturduğunun farkındayız. Bir, kırılganlığımız ve kurgularımızın ilişkisini fark etmemiz gerekiyor. İki, bunların illa ki risksiz ya da güvenli olmayabilecek kullanma yollarını bulmamız gerekiyor.
Yani söylemi ele mi geçirmek gerekiyor?
Barthes’ın “yalan söyleme lüksünü çalmak” diye bir sözü var. Gerçeği söylemek değil, yalan söylemek lüksünü çalmak gerektiğini söylüyor. Biz sanki yalancıları afişe edip tekrar yalancılara kanıyoruz. Hâlbuki yalan söyleme lüksünü çalmak çok daha kuvvetli bir politika.
Burak Delier’in “Hür Budalalar ve Kurnazlar Cemiyei” adlı sergisi Pilot Sanat Galerisi’nde 1 0cak 2017’ye kadar devam ediyor.