…Kendimle hesaplaşıyorum, geçmişteki fikirlerimle, bugünkü "ama"larımla, Batılı aydının konuya ilişkin önyargıları ve saplantılarıyla yüzleşiyorum. Ama diyaloğun öteki sesi, yani bölge insanı da bir o kadar önemli ve ağırlıklı. O, kimilerinin sandığı ve eleştirdiği gibi tek bir kişi değil; konuştuğum, dertleştiğim, tartıştığım gerçek Kürt arkadaşlarım. Diyaloğun o tarafı olmasa zaten kitaba Surönü Monologları ya da Surönü’nde Kendimle Hesaplaşma adını vermem gerekirdi…
…Kendimle hesaplaşıyorum, geçmişteki fikirlerimle, bugünkü "ama"larımla, Batılı aydının konuya ilişkin önyargıları ve saplantılarıyla yüzleşiyorum. Ama diyaloğun öteki sesi, yani bölge insanı da bir o kadar önemli ve ağırlıklı. O, kimilerinin sandığı ve eleştirdiği gibi tek bir kişi değil; konuştuğum, dertleştiğim, tartıştığım gerçek Kürt arkadaşlarım. Diyaloğun o tarafı olmasa zaten kitaba Surönü Monologları ya da Surönü’nde Kendimle Hesaplaşma adını vermem gerekirdi…
Yazar ve sosyolog Oya Baydar ile son kitabı Surönü Diyalogları üzerinden bölgede yaşananları konuştuk.
En sondan başlayalım. Bugün Sur’a gitsek ne görürüz? Kitabınız Surönü Diyalogları’nın bıraktığı Nisan ayından bu yana yaşananlar ne noktaya getirdi bölgeyi ve bölge insanını?
Diyarbakır’a en son haziran ortasında gittim; Surönü Diyalogları’nın Suriçi’nde okumasını yapmak, Diyarbakırlı okurla buluşmak için. Benim için çok anlamlı, duygu yüklü bir buluşmaydı. Bir edebiyat ekinliğini, kitap tanıtmasını aşan bir şeydi. Oradaki insanlarla aynı havayı soluduğumu, ben dışardan onlar içerden farklı düşünüp farklı baktığımız zaman bile yüreklerimizin nasıl birleştiğini hissettiğim, deneyimlediğim bir buluşmaydı.
Kuşatma, Suriçi’nin bazı bölümlerinde yeni sona ermişti. Hâlâ açılmamış, yasaklı bölgeler vardı ama daha önce giremediğimiz bazı sokaklar açılmış, buralarda hayat yeniden başlamıştı. Aslında; insanlar hayata tutunmaya, umutsuzca yaşamaya çabalıyorlardı demek daha doğru, çünkü hayatı başlatıp sürdürmenin asgarî koşulları ellerinden alınmıştı. Evleri barkları yıkılmış, talan edilmiş, geriye harabeler kalmıştı. Suriçi’nin kalbi bir moloz yığınıydı, sürekli çalışan işmakinelerinin kamyonlara yükleyip Dicle kenarına yığdıkları o molozların arasında sadece kırılıp dökülmüş eşyalarının değil yakınlarının, belki de kayıp çocuklarının ceset parçalarının da olduğunu biliyorlardı.
Sur, Cizre, Yüksekova, Şemdinli, Nusaybin, Şırnak…Biz buradan, Batı’dan bakanlar; hiçbir şey bilmiyoruz, hiçbir şey görmüyoruz. Siyaset yalan söylüyor, ekranlar, rotatifler yalan söylüyor. Bölge baştan başa yıkıldı. İnsanlar nasıl ayakta kalacak bu yıkımın ortasında? Çaresizlik ve gelecek kaygısı en yaygın duygu. Bölge insanı başına geleni Kürt olmasına bağlıyor ve kendini saldırı altında hissediyor. İktidarın hesapladığının tam aksine, kimliğine büsbütün sarılıyor.
Diyarbakır’a ilk gittiğiniz yılları, yani 45 yıl öncesini hatırladığınızda neler geliyor aklınıza ilk olarak? O zamanki gözlemleriniz neydi?
Surönü Diyalogları’nda o zamanlar neler hissettiğimi, daha doğrusu hissedemediğimi; şehrin, bölgenin ruhuna nasıl yabancı kaldığımı, diyaloğun Batı’dan gelen Türk tarafının sesiyle sözüyle yazdım. O günlerde ilgi alanım toprak mülkiyeti, ağalık-aşiret düzeni, toplumsal yapıydı. Bölge halkının, özellikle kırsal kesimde devletin baskısı, zulmü altında olduğunu biliyordum, bu duruma karşıydım ama sığ ve kalıpçı bir analizle bunun sınıfsal bir çelişkiden kaynaklandığını düşünüyordum. Asimilasyonist, tekçi ulus-devlet ideolojisinin etkisini yeterince kavramamıştım. Kendilerini sol’da sayan/sanan kimilerinde, bunca olaya rağmen benim 50 yıl önceki aymazlığımı görüp şaşırıyorum.
Kitabınız kendinizle kurduğunuz bir diyalog biçiminde yazılmış. Bu stili tercih etmenizin sebebi neydi?
Diyaloğu sadece kendimle kurmadım.Yani Oya, Oya ile konuşmuyor. Evet, kendimle hesaplaşıyorum, geçmişteki fikirlerimle, bugünkü "ama"larımla, Batılı aydının konuya ilişkin önyargıları ve saplantılarıyla yüzleşiyorum. Ama diyaloğun öteki sesi, yani bölge insanı da bir o kadar önemli ve ağırlıklı. O, kimilerinin sandığı ve eleştirdiği gibi tek bir kişi değil; konuştuğum, dertleştiğim, tartıştığım gerçek Kürt arkadaşlarım. Diyaloğun o tarafı olmasa zaten kitaba Surönü Monologları ya da Surönü’nde Kendimle Hesaplaşma adını vermem gerekirdi. Düşünmemi, kendimle yüzleşmemi, bunu kimi zaman kendimi hırpalayarak yapmamı sağlayan öteki sestir.
Diyalog formunu tercih etmemin nedeni de tam bu işte. Kendimi (veya Batılı, Türk aydınını) doğrulamak için değil; silkelemek, kendine getirmek için yazdım. Ötekinin sesi benim sesim kadar, hatta benimkini bastırarak çıksın istedim. Başaramadıysam bu benim yetersizliğimdendir.
Geleceğe baktığınızda ne görüyorsunuz? Umutlu musunuz barışa dair? Bölge insanı umutlu mu? Ya da umudu korumak için ne yapmalı?
Benim görebildiğim kadarıyla, bu aşamada bölge insanları (siyasal kimliklerden, şu veya bu tarafın militanlarından, sözcülerinden değil kitlelerden söz ediyorum) son derece tepkili ama çaresizler. Çaresizlik umutsuzluğu getiriyor. Bu tehlikeli, tüketici bir ruh hali. Kısa dönemde normalleşme ve barış umudu görmüyorum. Şu günlerde devletin/ iktidarın attığı her adım çözümü değil çözümsüzlüğü körüklüyor. Bölgenin hassasiyetleri sürekli kaşınıyor, Kürt kimliğine, Kürt hareketine demokratik siyaset alanı kapatılıyor. ‘Son terörist kalana kadar’ söylemi ‘kimliğini, toprağını, ocağını terk etmeyen son Kürt kalana kadar’a dönüştü. Barış umudunu karartan başka bir neden de mevcut iktidarın yıkıcı Kürt siyaseti karşısında muhalefetin barıştan ve çözümden yana bir duruş sergileyememesi. Şoven milliyetçi, ulusalcı baskılar altındaki siyasal muhalefet iktidarı, ‘neden barışçı yollar denemiyorsun, neden çözüme değil de yıkıma yöneliyorsun’ diye eleştirmek yerine, ‘neden zamanında tepelemedin bunları, neden barışçı çözüme yöneldin’ diye eleştiriyor. Hatta, yıkılmış, bombalanmış, harabeye dönmüş şehirlerin, cayır cayır yanan dağların, ormanların karşısında, ‘yetmez, daha fazla yak, daha fazla yık, daha sert yüklen’ diye naralanıyor. Evet umudu korumalıyız ama boş umutlarla da bir yere varılmaz. Gerçekçi bir barış, çözüm, onarım planı yapmak gerek. Garip gelecek belki ama, aslında bu savaşı durdurmak, ülkede ve yüreklerde barışı sağlamak şu noktada bile hâlâ imkânsız değil.
Nasıl?
Dönüp dolaşıp Surönü Diyalogları’na gelmek istemiyorum ama orada bu sorunun ipuçları var. Öncelikle yüz yılın hatalarının yol açtığı acı olayları iyi okumalıyız, cesaretle yüzleşmeliyiz. Bir yanda Sünnî Türk egemen ulus, öte yanda kimliğinden, kültüründen, dilinden, tarihinden vazgeçmiş, asimile olmuş öteki halklar anlayışının devletten, iktidardan, siyasetten ve de asıl Türk insanının yüreğinden sökülmesi gerek. Güç ama imkânsız değil. En tepelerden başlayan çözüme yönelik adımlar, nefret ve düşmanlık dili yerine barış dilinin geçirilmesi bile, dalga dalga kitlelere yayılarak büyük ileri adımlar attırır.
Kürt korkusunu yenmemiz, Kürt aşağılamasına hakkımız olmadığını kavramamız gerek. ‘Hepimiz kardeşiz, benim en iyi arkadaşım Kürt, neleri eksik, Kürtleri severim ama…’ söylemlerinin boş olduğunu anlayalım. Bu halk eşit haklı yurttaş olarak kimliğinin tanınmasını, dilini kültürünü geliştirme olanaklarının sağlanmasını, Türkiye bütünlüğü içinde (ortak vatanda) kendi bölgesinde, şehrinde kendini özgürce yönetmek istiyor. Vatanın bölünmesi değil, aksine birliğimizin, bütünlüğümüzün sağlanmasının garantisi burada. Tarihin, toplumun, bölge sosyolojisinin zorlaması zaten o noktaya doğru götürüyor.
Orta vadede iş olacağına varacak zaten. Bunca ölüme, bunca yıkıma, bunca zulme değer mi?