A password will be e-mailed to you.

Fransızlar bozuldu bozulmasına da, Woody Allen Roma’da uçtu! Yönetmen, To Rome with Love‘da, hesapsızca havalanmak istemiş.

 

Woody Allen, To Rome with Love’da onda görmeye alışkın olduğumuz bütün "tik"leri elinin tersiyle bir kenara itiyor. Baktım filmi en az beğenenler, Fransız eleştirmenler olmuş. Bir şey diyeyim mi? Hiç şaşırmadım! Pavurya pençelerini kırarken tabaklarından, hatta damarlarından “Descartes, Descartes” sesleri çıkan Fransızlar, absürdden ne anlar! Pardon! Absürd’ün iki piri Frenkçe yazmıştır, evet doğrudur; ancak biri İrlandalı (Beckett), diğeri Romendir (Ionesco)… Eee, niye Paris’te yaşayıp Frenkçe yazıyorlardı diyeceksiniz? Her şey daha absürd olsun diye tabii! Elementary my dear Watson…

Hal böyleyken, sesi ancak duş altında ilahileşen cenaze levazımatçısı dünürün eşsiz absürdlüğünün lezzetine tam varamadı garipler. Allen’ın “uzun gençlik” filmlerinden alıştığımız birkaç dakikalık bir şakacık da değildir bu; filmin başından sonuna gelişen, büyüyen, absürd dozu hep artan süper bir temadır.

Ayrıca, başkentleri üstüne gül koklanmasına had safhada tahammülsüzlükleri de var bu Fransızların. Beşeri aşklarda istedikleri kadar aşkın bir düzeye (herkesten bir iki yüzyıl ileride) tırmanmış olsunlar, Paris söz konusu oldu mu, aynen Kanlı Nigar ve Bernarda Alba’nın Evi ve Arnavut  yazar Kadare romanlarından fırlama bir hırs, bir Vendetta anlayışı, bir zifiri kıskançlık… Nobody is perfect.

Naçizane fikrim şöyle: Daha önceki iki filmde işlenen temalar (Vicky Cristina Barcelona’da iki kadın ve bir erkek; Midnight in Paris’te gece yarısından sonra ortalığa dökülen kültürel belleğimizin kült hayaletleri)  To Rome with Love‘da artık çok daha özgürleşmişlerdir. Mesela Roma’da, hayaletleri görebilmek için, Descartes’çı kentteki gibi gece yarısı çanını beklemek gerekmez… Bu karşılaşmalar artık güpegündüz gerçekleşirler. Şanlı İtalyan yönetmenlerin filmlerinden çıkmış gibilerin adları bile aynı değildir artık… Göz kırpmalar, göndermeler, her şey daha muğlak ve örtülüdür, çok daha az “hadi hep beraber genel kültür dersine çıktık”tır ve en baba karşılaşma, meşhur sanatçıların değil kendi öz gençliğinizin hayaletiyle olandır (şahane Alec Baldwin ve gene gıcıklığıyla şahane gençliği).

Woody Allen’da, “ben havalanır, havalanırım da, bir noktada, gene Manhattan’da yere dümdüz basar, anneciğimin azarlarını ve gefüllte fisch’ini yutarım” zemini olurdu hep, bi tür Yahudi alçakgönüllülüğünün  narsizm kanadı… Şimdi ise, sanki bu kanatları da sırtından sökerek, annesine, tüm Manhattan ahalisine, hepimize, ne denli  “en hızlı, en suçlu, en zeki, en dayanılmaz” olduğunu kanıtlamaktan vazgeçmiş (aman ya, ne uzuuun sürebiliyormuş buralara varmak!!!) “marka”laşan tiklerinden sıyrılmış, filmin açılış ve kapanış şarkısındaki gibi, inişi pek de hesaplamadan sadece uçmak istiyor: Vooolare, ooo–o!! Asil bir arzu, diyoruz.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 14:24:54