A password will be e-mailed to you.

"Tıpkı sizin için zamanın, onun içinde ortaya çıktığınız andan itibaren başlaması ve bir gün yok olacağınız anda bitecek olması gibi ‘Saat’ de sizin onu izlemeye başladığınız anda başlıyor ve onu izlemeyi bıraktığınız anda bitiyor."

Nedir zaman?

Bundan yaklaşık on altı yüzyıl önce Aziz Augustinus da İtiraflar’ında aynı soruyu sormuştu:

“O halde nedir zaman? Eğer kimse bana sormazsa, onun ne olduğunu biliyorum; fakat sorana onu açıklamak istediğimde bilmiyorum.”

Antik Yunan felsefesi ile Hıristiyan öğretilerinin bağdaştırılmasında önemli bir pay sahibi olan Hristiyan tanrıbilimci, mesele zamanın doğasına geldiğinde duraklamıştı. Ne var ki Augustinus, söz konusu meselenin karşısında kafa karışıklığı yaşayan ve çeşitli manevralarla bir çıkış yolu arayan ne ilk düşünürdü ne de sonuncusu olacaktı.

Zamanın –bir şekilde– ölçülebilir olduğunun farkında olan; fakat bu ölçülebilir olanın ne olduğunu açıklamakta güçlük çeken Augustinus, zamanın dışımızda varolmadığını; ruhun kendisine ait bir özellik olduğunu ileri sürecekti. Ona göre zaman, geçmişe ilişkin hafıza, şimdiye ilişkin farkındalık ve geleceğe ilişkin beklenti gibi farklı durumlar üzerinden ruhun bir tür uzantısı ya da genleşmesiydi.

Augustinus’un İtiraflar’ından yüzyıllar sonra, zamanın kafa karıştırıcı neliği karşısında belki de en büyüleyici sözcükler ise –Henri Bergson’un süre [durée] kavramına da selam gönderen– Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminden dökülecekti:

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında
.   

Augustinus ile Tanpınar’ın zamana dair derinlikli ve şiirsel yaklaşımların yanında, “Zaman nedir?” sorusuna yönelik, bu kez yalınkatlığıyla öne çıkan bir yanıt daha var:


Zaman, saatle ölçtüğümüz şeydir.

İlk bakışta felsefi ya da şiirsel bir ton taşımadığı düşünülen; fakat dolaysız karakteriyle, ilk akla gelen ve zamana ilişkin en anlaşılır yanıtlardan biri olan bu yanıt, Christian Marclay gibi bir sanatçının elinde hem şiirsel hem de felsefi bir sanat yapıtına dönüşebiliyor.

Marclay’in görkemli başyapıtı karşısında büyülenmemek çok güç. İlk gösterimi 2010 yılı sonbaharında White Cube’da (Londra) yapılan Saat’in [The Clock, 2010], iki yıl sonra MoMA’da (New York) gerçekleştirilen gösteriminden bu yana, bu çarpıcı yapıtı Türkiye’de görmek de olanaklı olacak mı diye merak ediyordum. Ne yalan söyleyeyim; böyle bir şeyin gerçekleşmesinin çok ama çok güç olduğunu düşünmüştüm.

Her şeye rağmen bu ülkede güzel işlere de imza atıldığının bir kanıtı olarak Christian Marclay’in heyecan verici çalışması Saat, 9 Mayıs’tan bu yana SALT Beyoğlu’nda ücretsiz olarak gösterimde. Kurumun tatil günleri dışında, 25 Mayıs’a kadar durmaksızın sürecek olan gösterimin, yalnızca bu yılın değil; son yılların en çarpıcı ve önemli sanat olaylarından biri olduğunu söylemeliyim.

Marclay’in dayanıklılık yarışlarını [endurance racing] akla getiren 24 saatlik başyapıtına ilişkin ayrıntılara geçmeden önce onun habercisi olarak değerlendirilebilecek üç Marclay çalışmasından söz etmekte yarar var. Bunlardan ilki, farklı filmlerden derlenmiş ve merkezinde telefonun yer aldığı, çalan bir telefona yanıt verildiği ya da telefonla konuşulduğu sahnelerin, kendine özgü bir anlatı dâhilinde kurgulandığı Telefonlar [Telephones] adlı 7,5 dakikalık bir videoydu.

1995 tarihli bu videoyu izleyen diğer bir Marclay çalışmasıysa, merkezinde bu kez sesin ve müziğin yer aldığı, 2002 tarihli Video Dörtlüsü’ydü [Video Quartet]. Birbirleriyle eşzamanlı olarak gösterilen videolardan oluşan bu dört kanallı yerleştirmede, içlerinde gürültülü nesnelerin, çığlıkların, enstrüman çalan ya da şarkı söyleyen insanların yer aldığı 700 film parçası, ortaya müzikal bir kompozisyon çıkacak şekilde kurgulanmıştı.

2007 yılına ait Çapraz Ateş’teyse [Crossfire] etrafınızı saran dört kanallı bir video yerleştirmesinde, kameraya doğrultulmuş silahların birbiri ardına patladığı film sahneleri, hızla bir diğerinin ardına ekleniyordu.


Bu bir saat değildir

Sözü edilen bu yapıtların temelinde yer alan kurgu ve süreklilik düşüncesi, Marclay’in Saat [The Clock] adlı 24 saatlik videosuyla zirveye çıkıyor. Sanatçının daha önceki çalışmalarına benzer olarak yine birçok farklı filmden alınan sahneler, belirli bir kurgu çerçevesinde bir araya getirilmiş; fakat ne kurgu!

İçlerinde farklı çeşitleriyle saatlerin göründüğü, insanların zamana ilişkin konuştukları, bir yere erken vardıkları, bir diğerine geç kaldıkları vb. binlerce film parçasının, bir günün 24 saatine karşılık gelecek biçimde kurgulandığı ve yapımı tam üç yıl süren bu kurgunun, içinde bulunduğunuz fiziksel (aktüel) zamanla eşzamanlı olarak gösterildiği bir video söz konusu. Diğer bir deyişle, videoyu ne zaman izlerseniz izleyin, perdede gördüğünüz saat ile kolunuzdaki ya da telefonunuzdaki saat aynı zamanı gösteriyor. 

Tıpkı sizin için zamanın, onun içinde ortaya çıktığınız andan itibaren başlaması ve bir gün yok olacağınız anda bitecek olması gibi Saat de sizin onu izlemeye başladığınız anda başlıyor ve onu izlemeyi bıraktığınız anda bitiyor. Tabi ki yalnızca sizin için. Yoksa onu izlemekte olan diğerleri için akışını hâlâ sürdürmekte. Şu an bile! Tıpkı bir çember gibi, belirli bir başı ya da sonu olmayan bir videodan bahsediyoruz.

Kolunuzdaki saatin ne ölçüde bir anlatısı varsa Marclay’in Saat’inin de anlatısı o ölçüde. Başka bir deyişle –gösterdiği zaman dışında– Saat’te, belirli bir senaryo çerçevesinde gelişen bir öykü, olay ya da anlatı yok; fakat farklı öykülerin, olayların konu edildiği filmlerden, içinde saat bulunan ya da zamana atıfta bulunulan farklı sürelerdeki film sahneleri var.

Saat, içinde bulunduğunuz fiziksel (aktüel) zamanın –yerine göre– her bir dakikasını farklı film parçalarıyla gösteren bir saat; fakat yine de Saat, bir saat değil.


Bir saate en fazla kaç saat bakabilirsiniz?

Saat’i izlemek için SALT Beyoğlu’ndaki Açık Sinema’ya girdiğimde, Sanık [The Accused] filmindeki Sarah Tobias rolüyle Judie Foster da mahkeme salonuna giriyordu. Saat 11:15’ti.

Birbirine eklenen film parçaları arasındaki bağlantılar, sesler üzerinden kuruluyordu. Örneğin bir sahnede sorulan bir soru, hemen ardından gelen fakat başka bir filme ait bir sahnede yanıtlanıyor ya da bir önceki sahneye ait olan bir ses, farklı bir filme ait olan bir sonraki sahnede devam ediyordu. Farklı film parçaları arasındaki geçişler, sesle pürüzsüzleştiriliyor ve sahneler arası kopukluklar bu şekilde en aza indirgeniyordu. Sesler ve görüntüler örtüşüyor ya da üst üste binebiliyordu. Saat ilerledikçe, kurgu açısından sesin de görüntülerin kendisi kadar kilit bir önem taşıdığı biraz daha belirginleşmekteydi.

Dahası sesin, fiziksel zamanın yanında psikolojik zamanın da yansıtılabilmesi açısından başat bir rolü vardı. Tıpkı bazı durumlarda, fiziksel zamanı daha hızlı geçiyormuşçasına hissetmemiz gibi videoda da bazı dakikalar diğerlerinden daha kısa sürüyormuş gibi geliyordu. Marclay, psikolojik zamanı,  bir dakikalık zaman aralığını farklı sürelerdeki sahnelerle doldurarak yansıtıyordu. Örneğin kısa sürelere sahip ve art arda gelen film parçaları, daha uzun süreli film parçalarına göre zamanın daha hızlı aktığı izlenimini vermekteydi. Buna bir de filmde kullanılan seslerin temposu eklendiğinde söz konusu zaman algısı daha da dramatikleşiyordu. Ancak her durumda da geçen süre aslında eşitti.

Bir bakıyordunuz;  Saat, saatin nerede olduğunu bulmaya ya da zamana nasıl atıfta bulunulduğunu duymaya, hangi sahnenin hangi filme ait olduğunu tahmin etmeye çalıştığınız bir oyuna dönüşüyordu.

Ya da şimdinin an be an farkındalığı üzerinden, saatlere bölünüp, her şeyin onun üzerinden ayarlandığı, planlandığı ve değerlendirildiği zaman kavrayışının yaşamınıza nasıl da egemen olduğu üzerine tefekküre dalıyordunuz.

Yüzlerce saat birbirinin ardı sıra perdeye yansıyor, saat öğlen 12’ye doğru gerilim iyiden iyiye artıyordu. Buluşmalar, geç kalışlar, bekleyişler, heyecanlar… Quasimodo’nun [Charles Laughton] çaldığı çanla birlikte saat 12’yi vuruyordu. Özdeş dakikaların içine sığdırdığı farklı sahne sayılarıyla Marclay, geçen zamana ilişkin algınızla oynamayı sürdürüyor, saat başlarını özellikle vurguluyor, araya “memento mori” diye fısıldayan sahneler eklemeyi de ihmal etmiyordu. Saat 12:41’de Christian Marclay, bu kez bir Nuri Bilge Ceylan filminden –muhtemelen Uzak– bir sahneye yer veriyordu.

[…]

Saat 11:15’in üzerinden geçen üç saatin ve yüzlerce saat imgesinin ardından, saat 14:14’te perdeye yansıyan 3:10 Yuma Treni’nden bir sahneyle Açık Sinema’dan ayrılıyordum. Bu eşsiz deneyimin ardından yine Tanpınar’a dönüyordum:

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

ykemaliz@gmail.com

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 19:33:27