Handan Börüteçene’nin retrospektif sergisi ‘Üç İç Denizin Ülkesi’, SALT Beyoğlu’nda kapılarını açtı. Sanatçının 40 yılı aşan üretim sürecinde biriktirdikleri, Salt’ın üç ayrı katında izleyicilerle buluşuyor.
Börüteçene’nin toprakla, doğayla, mitolojik öğelerle, geçmişle iç içe geçen, Neolitik dönemle bağlar kuran, Sappho’yla konuşan işleri izleyici için özellikle 1980 sonrası Türkiye çağdaş sanatının nasıl bir dilsel ve biçimsel değişim yaşadığını gözlemleme imkânı sunuyor. Ancak sadece mevcudiyetleriyle de değil… Yok olan, kaybolan, kendisinden bir daha haber alınamayan işler de oradalar, birbirleriyle ve diğer işlerle bakışıyorlar. Kayıp eserlerin künyeleri ya da kayıp ilanları; serginin sınırlarını genişletirken, o eserleri de yeniden günümüze çağırıyor ve zihnimizde tasarlatıyor.
Vahşetin diliyle baş etmek
Evrim Altuğ, 9 Mart 2004 tarihli Radikal Gazetesi’nin Kültür/Sanat sayfasında Börüteçene için hazırladığı habere “Karşı Tarihin Tanıklığı” başlığını atmaktaydı. Hilmi Yavuz, Nilüfer Kuyaş, Nevzat Sayın, Serhan Ada ve Serkan Özkaya, Handan Börtüçene ile Beyoğlu’ndaki Cafe Flore’da bir araya gelmiş, o tarihteki son enstalasyonu üzere konuşmaktalar. “Barış için Ayrılmıştır-Reserv Pour La Paix” (2002) ismiyle Venedik’te, ‘İki Oda Bir Salon: Huzur’ (2003) ismiyle Borusan Galeri’de yer aldıktan sonra, sıra Fransız Kültür Merkezi’nin cafesindedir: ‘Kimim Buralarda Yarın Kim Olacağım’ (2004) ismiyle. Devamı Darphane-i Amire Binası’nda gelecektir: ‘Irak Mahkemesi’ (2005). İzleyiciler savaş imajlarını, borsa bantlarını görürler oturdukları sandalye kılıflarında. Enstalasyon, Körfez Savaşı’ndan bu yana naklen yayınlanan ve bir bombardıman gibi ekranlara yığılan savaş görüntülerinin yarattığı duyarsızlıkla, savaş imajlarıyla dolu olan medyanın ürettiği vahşet diliyle nasıl baş edilebileceğini düşünmeye davet eder. Bugünün dijital dünyasında devletlerin çeşitli medyalardaki çoklu savaş taktiklerine maruz kalırken o gün o masada yürütülen tartışma hiç de geride kalmış sayılmaz. Haberden okuduğumuza göre, Serhan Ada bu buluşmayı hem eser üzerine konuşma, ama hem de bir tür performans olarak tarif ediyor ki bu tam Handan Börüteçene’lik bir plan. Irak Savaşı’nın ‘göstere göstere’ yapılan sunumunun bir görsellik oluşturduğunu söylüyor orada, Börüteçene. Irak Savaşı özelinde tüm savaşlar ve yıkımlar konu ediliyor bu dörtlemede. Sanat hayatında kayda geçen ilk işi olan Paris’teki 34éme Salon de la Jeune Peinture sergisinde yer alan Savaşa Karşı (1983) işinde seslendiği yerden konuşmaya devam eder sanatçı.
Dişil ve aşağıdan müdahale
Börüteçene, eril ve otoriter hatırlama kültürüne dişil ve aşağıdan müdahalelerde bulunuyor ve bu sayede toplumsal hafızaya ilişkin demokratik çerçeve arayışının erken örnekleri arasında yerini buluyor. Hatırlama çalışmalarının Türkiye’de yeni yeni başladığı bir dönemde, geçmişle ilişkiyi edilgen şekilde kuran hatırlama modellerinden uzak duruyor sanatçı. 1990 Haziran’ında ‘Yeryüzü Belleği’ni tariflediği ‘doğum yazısı’nda da sık kullandığı ‘yeryüzü belleği’ kavramının kültürler arası iletişimden, insanın kendisiyle, insanın insanlarla ve insanın doğayla diyalogundan doğan bilgiyi içerdiğini söylüyordu. Börüteçene’nin “Benim belleğim yeryüzü belleğinin bir parçası” tarifi de sosyal bilimlerin ne kadar insan merkezli olduğunu henüz fark edemediği bir zamandan… İnsan dışı varlıkların belleğine bakmak bugünün dünyasında bile yeni bir olguyken, Börüteçene’nin ‘Bellek Kasası’ ismini verdiği kesitlerinde tohumlarla, bitkilerle, toprakla ve organik ürünlerle kurduğu katmanlı anlatıda çoktan bu aşama geçilmiş bile. O kesitlerin içinde cam küreler de var, hayatı ve insanı işaretlemekteler. Ama kesitin bütününe sirayet edemiyorlar, sınırlı bir kısmındalar sadece.
Yerleşik kavramları yerinden eden aşağıdan bakış
Börüteçene’nin toprakla temas etmesinden çıkan bilgi, arkeolojik katmanların hiçbir zaman birbirini inkâr edemediği, yeryüzü varlıklarının kendi içlerinde koca bir tabiatı saklayabildiği yönünde… Bunun kozmik düzen-kozmik adalet arayışına dair bir yön olup olmadığı henüz şüpheli. Ama sonrasında, bu bilgiye vakıf olabilmenin sanatçıya kurdurduğu esas söz durduğu yeri daha net görmemizi sağlıyor: “Belleğin ve tarihin gerçeklerini değiştirmek yalnızca iktidarların işi.” Börüteçene tarih kitapları arasına sıkışıp kalmış, bize ait olduğu unutulmuş olayları günümüz diliyle yoğurmaktan söz ediyor. Bu anlamda Nilüfer Kuyaş’ın Börüteçene için tariflediği istikamette buluşabiliriz: Sanatçının yoğurarak önümüze getirdikleri, bir karşı-tarih yazımı pratiği… Fransız filozof Michel Foucault’nun 1976’da College de France’da verdiği derslerin ‘Toplumu Savunmak Gerekir’ olarak Türkçeye çevrilen notlarında da aynı kavrama (karşı tarih: counter-history) rastlarız. Foucault, tarihin bir hükmetme aracı ve dolayısıyla iktidar pratiği olduğunu söylerken devletlerin ve otoritelerin söylemlerinden oluşan resmi tarih yaklaşımıyla baş etmek için karşı tarihsel araçlara yönelmenin etrafını açar. Yerleşik kavramları yerinden eden, basit sıradan olana bakan, aşağıdan bir bakışı geliştiren bir yöntemdir sözü edilen, ki Börüteçene’nin işleri ancak bu yöntemle beraber okunabilir.
Mekanla dinamik ilişki
Börüteçene’de mekân kullanımı da önemli bir elementtir: “Sergileri(mi)n mekânı da onların vücudu” sanatçıya göre. ‘Belek Kasası’ serisi, Bienal kapsamında Aya İrini’de sergilenirken sanatçı hem bellek kasalarını hem de mekânın kendisini sergiler. Şişhane’deki Frej Apartmanı/Sarkusyan Binasının ön cephesine 150 adet büyüteç merceği yerleştirerek şehrin bellek izlerini arar. Mekanla kurduğu dinamik ilişkiyi deşifre etmek, eserlerin nerede ve hangi anda yapıldığını kavramak işleri anlamak için önemli bir adımdır. An gelir Hitit rölyefleriyle konuşur, an gelir kamusal alana müdahale eder, orada kendisine yeni bir yol açar. Eril gösteri anlatılarının görsel dillerinin ittifakına karşı ikonoklast bir motivasyonla hareket eder.
Börüteçene Kır/Gör (1985) ile 5. Yeni Eğilimler sergisine, Kırma/Gör(1987) ile 6. Yeni Eğilimler sergisine dahil olur. Kır/Gör’de Neolitik dönemin barınma alanlarını bugüne taşır ve onu günümüze yorumlar/uyarlar. Tüplü televizyonun ekranı ve dönemin toplumsal ve kültürel iklimine dair kimi kodlar barındıran bir video çalışması da bu enstalasyonda karşımıza çıkar. Bir yandan bir yer edinme, yerleşim ve yerleşik hayata geçiş bu düzenin kültürüyle birlikte anlatılır, diğer yandan ise Börüteçene’nin ürettiği video ile 1980’lerin gündeliği, eğlence hayatı ve kentsel yıkım gibi neoliberal kent tasavvurunun dayattığı olgular ekrandan izlenir. Börüteçene, kadınların hayatlarını kaplayan, onları evlere ve ailelere tıkayan yazılı ve yazısız kurallara da bakar ve baktığı bu yerleri heykelleriyle tartışmaya açar. 1987’de Urart Galeri’deki kişisel sergisi bu tartışmaya denk düşer: ‘Ütücüler’, ‘Mutfak Ordusu’, ‘Havva’nın Önlenemez Yükselişi’. İstanbul’un en eski kadın şairi Byzantionlu Moiro’ya diktiği elbise de şairin ve dişilliğin önünü açmak içindir. Gündelik malzemelerle gündelik olmayanın, alışılmamışın hikayesini anlatmaya yönelir. Mezuniyet projesi olan ‘İşçi Kadın’ heykeli tam bu alışılmamışlığa atılan bir adımdır: Dolapdere’deki hurdacılardan toplanan çeşitli parçalarla seramik birleşmiştir. Sanatçı için şaşırtmak belki de temas etmeye dair, diyalog kurmaya dair gerekli görülen bir gereklilik, bir başlangıç anı.
Çağın dilini konuşan avangart işlerde kalıcılık
Börüteçene, üç aynadan söz ediyordu 20 Ocak 1987’de Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği demecinde: yaşadıklarının ve gördüklerinin olduğu gibi yansıdığı bir ham ayna, Börüteçene’nin biriktirdiklerinden süzülen, onları sentezleyen bir başka ayna ve bir de Börüteçene’nin ellerinde bulunan, görüntülerin aktarıldığı ve bizzat Börüteçene’ce bir birleşmeye yol açan üçüncü ayna… Aynı demecinde eserlerinin kalıcılığı üzerine de konuşan Börüteçene, Kır-Gör’ün belli tarihler arasında gerçekleşmiş olmasına rağmen kalıcılık kazandığını ve hala konuşulduğunu söyler. Bunu söylerken, işin yapılması üzerinden henüz bir buçuk yıl geçmiş. Bugün ise 38 yıl sonra işin reprodüksiyonunun izleyiciyle buluştuğunu görüyoruz. Ama bunu izlerken Kır-Gör’ün reprodüksiyonunda mıyız, bu işin bir ‘ilk’ hali veya başlangıcı var mı, yoksa hep yeniden mi başlar, bugün Kır-Gör’ü deneyimlemek bir tekrar mıdır, yoksa günün içinde biricik bir deneyim midir gibi sorular da var akılda. Börüteçene’ye göre avangart çalışmaların kalıcılık üzerinden tartışılması doğru değil, çünkü aslında o sanatçılar sanat piyasasının diliyle değil ‘çağın dilini’ konuşuyorlar.
“Kendi belirlediğimiz koordinatlarda yaşamayı başaralım”
Handan Börüteçene’nin 40 yılı aşkın üretim sürecinden geriye bunca emek, çaba, üretim ve oldukça yaratıcı katkılar kalmışken, Türkiye’de yakın döneme bakan sanat tarihi disiplininin onları görünmez kıldığını, Börüteçene’nin bir kadın sanatçı olarak çoğu zaman yalnız bırakıldığını görebilmek zor değil. Radikal’de yer alan röportajda bu işleri neden yaptığını anlatırken bir cümle dikkatimi çekmişti: “Dünyada bize hazırlanan koordinatların yerine, kendi belirlediğimiz koordinatların içinde yaşamayı başarabilelim diye”. Börüteçene’nin 40 yılı aşan büyük hikayesinin ortak bir ekseni varsa o tam olarak kendi koordinatlarımızı belirleyebilme kuvvetinin altını çizmek olacaktır. Nilüfer Kuyaş’ın şu sözleri ile haber sonlanıyor: “Tarihi ‘kazananlar’ yazabilirler, ama tüm sanatçılar da bir yandan karşı-tarihi yazıyorlar.” İşte Üç İç Denizin Ülkesi’nde bu karşı-tarih yazımını bir kez daha görüyoruz, istikrar kazanmış bir sanatçı tavrı olarak. Elbette gördüklerimiz kadar göremediklerimiz, kayıp eserler, namevcut olanlar da bu tarih yazımına dair, sadece resmi tarihçiliğe değil, bize, karşı kültürün öznelerine dair de çok şey söylüyor.