Ceksın’ın Mağrip maceralarından bir diğer sayfa…
Günler koşturmacalı ve telaşlı geçiyor. İki fabrika arasında yol yapmak, yarım saat de olsa hengâmeden kaçmak, kafamı dinleyip kendimle baş başa kalmak için mükemmel bir çözüm. Bazen planlı programlı bir şekilde, bazen durduk yerde kafamdan iş uydurup "küçük fabrikaya" kaçıyorum. Cuma akşamüstü, planlı programlı kaçışlardan birini yaptım. Yol boyunca fotojenik memleketimiz Mağrip, bulutları, uçsuz bucaksız sarı tarlaları, yol kenarında yabani tavşan satıcısı çocukları, her an yan yatıp devrilecek gibi duran saman yüklü kamyonlarıyla içinde bulunduğum zaman ve mekândan koparıp götürdü.
Dünyayı kurtaracak planları yaptığımızı düşünerek hararetli tartışmalar, kısa süreli kalp kırıkları, anlamsız zaferler, gereksiz ego manevralarıyla toplantıyı bitirip, birbirimize iyi hafta sonları dileyip binadan ayrılırken, daha vakit olmasına rağmen havanın tepemizdeki bulutlar yüzünden karardığını gördüm. Üç beş kilometre gittikten sonra, Nadhour çıkışında arabanın camına ilk damlalar düşmeye başladı. Büyük fabrika yolunu yarılamışken artık gök yarılmış; bardaktan boşanırcasına bir yağmur, bereketli toprakları, stabilize yolları sulamaya başlamıştı. Fahs’a yaklaşırken iş dosyamı ofiste unuttuğum aklıma geldi. Hafta sonu kapağını açmayacağımı bildiğim halde sadece vicdan azabı olmasın diye fabrikaya uğramaya karar verdim. En fazla on dakika zaman kaybedecektim. Fıstık Hanım’ın on dakika fazladan beklemeyi kafasına fazla dolamayacağını düşünerek arabanın direksiyonunu fabrika yoluna kırıp, daha az ıslanmamak için kapıya yakın bir yere park ettim.
Gün boyunca dalgacı karıncalar, dalgacı arılarla dolu olan üretim alanlarında gece mesaisine kalan bir kaç hat dışında kimse kalmamıştı. Ofisler tamamen boşalmış, lambalar sönmüş, anne tarafından Alman, baba tarafından Frenk kalp tarafından Çingene Olivier dışında tüm çalışanlar Cuma sevinciyle masalarını terk etmişti. Olivier ile kısa bir geyik çevirip hafta sonu programlarını değiş tokuş ettik. Olivier’yi Excel tabloları ile baş başa bırakıp, hiç bir işe yaramadığını bile bile klasörü kafama koyup koşa koşa arabaya girdim. Evin kapısına vardığımda, ekranda çıkacak sonucu bilmeme karşın, zapt edilemez istatistik merakıyla arabanın kilometresini ve hız ortalamasını sıfırlayıp vitesi bire attım.
Yağmurun şiddetini aynen koruduğu kapkaranlık yolda her zamankinden daha düşük hızda, direksiyona sımsıkı yapışarak ilerlemeye başladım. Arada çakan şimşeklerle aydınlanan yoldaki çukurlardan kaçmaya çalışıp tek tük kamyonları sollayarak Jabess Köprüsü’ne ulaşmıştım ki yolcu tarafındaki tekerden bir gürültü koptu. Dingili çukurda bıraktım diye düşünürken, araba sola doğru çekmeye başladı. Kaygan yolun kenarındaki boşluğa arabayı park edip dörtlüleri yaktım. Arabadan inip baktığımda sol tekerin paramparça olduğunu gördüm. Bagajı açıp stepneyi çıkardım, krikoyu ön sol tekerin altına yerleştirdim. Donuma kadar ıslanmışken krikoyu çevirecek kolun olmadığını anladım. Tekere tekme, Thameur’e küfürler savurarak arabaya geçtim.
Önce Olivier’yi arayıp durumu anlattım, gelip beni almasını rica ettim. Sonuçta komşu mahalle La Marsa’da oturduğu için beni eve bırakabilirdi. Olumlu yanıtın ardından ailemizin belalısı, Mağrip çakısı Thameur’ü arayıp arabanın koordinatlarını verdim. Her zamanki "Hallederiz abi" tarzı ile beni sakinleştirdi. Bir sigara yakıp kurtarıcılarımı beklerken Mağrip ovası şahane kareler sunuyordu. Daha sigara bitmeden, arkadan bir araba yavaşladı ve sol tekeri paralanmış arabamın önüne park etti. Bu kadar kısa sürede Thameur’ün bile organize olmayacağını düşünürken arabanın içinden tanımadığım bir adam indi. Elli yaşlarında üzerinde düğmeleri tamamen açık bir gömlek içinde bir atlet ayağında seksenli yıllarda moda olan mavi çizgili pijamanın kapri hali olan, kirli sakallı, tıknaz adam yağmurda daha az ıslanmak için koşarak benim cam tarafına yanaştı. Gecenin bir yarısı, ıssızlığın ortasında tırsarak camı iki parmak açtım. Elindeki cep telefonunu yakıp ne durumda olduğumu sordu. "İyiyim, sorun yok. Birazdan gelecekler" deyince iyi geceler dileyip geldiği gibi arabasına seğirtti; bir kaç saniye sonra da gözden kayboldu.
Telefon çaldı. Olivier’ye yerimi daha net izah ettim. Telefonu kapatıp, radyonun sesini açtım. İkinci sigarayı yakarken şimşeklerden aydınlanan çalıların, kaktüslerin gölgesi araba vurdu. Hayat ne tuhaf makamından düşüncelere dalmış gitmişken arabanın camı tıkladı. Kafamı çevirdiğimde camdan bir adamın içeri baktığını görünce yerimden sıçradım, sigara paspasa düştü. Geride ve ilerideki en yakın yerleşim merkezleri beş kilometreydi. Sırılsıklam olmuş adama camı açtım. Çok kısıtlı Frenkçesiyle durumumu sordu. Aslında durum sorması gereken bendim, çünkü adamın üzerindeki gömlek üzerine yapışmış, saçlarından sular süzülüyordu. Ona da aynı açıklamaları yaptım. Ama bu sefer yeterince ikna edici olmamış olmalıyım ki adam bu bölgenin tehlikeli olduğunu Jabesslilerin sakat insanlar olduğunu, yardım gelene kadar benimle kalmasının iyi olacağını söyledi.
Hem adamın hem de kendi durumumu hızlıca gözden geçirip kilidi açtım. Yan kapıyı açıp oturdu. Bir sigara ikram ettim, klimayı biraz daha sıcağa ayarladım. Sessizce gelecekleri beklemeye başlarken adını Moncef ve Jabessli bir çiftçi olduğunu öğrendim. Arada şirketten değişik insanlar defalarca arayıp durum raporu aldıkları için çok fazla konuşamıyorduk, zaten onun Frenkçesi benim Arapçam aramızda yeterince yüksek bir iletişim duvarıydı. Sigarasını camdan attığından bir araba önümüze yanaştı. Elinde kriko anahtarıyla çikolata renkli sevimli insan Ahmed arabadan fırladı. Kısa bir selam sabah sonrasında sol teker altına yerleştirdiğim krikoyu çevirmeye başladı. Kriko üst noktasına ulaşmışken Olivier de olay mahallindeydi. Gülüşmeler ve küfürle bezeli bir gevezeliğe daldık.
Ahmed bijon anahtarının üzerinde tepinip son somunun sağlamladı. Patlak lastiği arabanın arkasına yerleştirdi. Bijon anahtarını bagajın arkasına atarken "Thameur’den size hediye" diyerek sırıttı, karşılığında anlamadığı küfür olduğunu bilmediği sözler duydu. Gülüştük. Herkes kendi arabasına bindi. Jabess’ten geçerken Moncef’i elleri cebinde bir ara sokağa kıvrılırken gördüm.