A password will be e-mailed to you.

Koleksiyonerleri kendi yörüngeleri etrafında tutmak söz konusu olduğunda, kaymak tabaka galerilerin belli avantajları var. Önemli eserlere ulaşımı kontrol altında tutabilir ve en iyi eserleri almaktan kaynaklanan sosyal bir prestije sahiptirler. O halde belki de asla “başaramayacak” olan sanatçıların eserlerinin tanıtımını yapan küçük satıcılar alıcıları farklı alternatiflere nasıl ulaştıracak?

Lisson Galerisi’nin sahibi Nicholas Logsdail ile ilk konuştuğumda yenilenmiş bir hurma ağacı yağı fabrikasında inzivaya çekilen Lamu adındaki bir sanatçının peşinde Kenya’daydı. Burası satıcılarla koleksiyonerler arasındaki ilişki üzerine sohbet etmek için uygun bir mekandı: Logsdail Lamu’yla ilk olarak İtalya kökenli bir Meksikalı müşteri olarak tanıştırılmıştı. Daha sonra bir arkadaş olarak tanımlandı. Kendisiyle birlikte tatil yapmaya davet etmeden önce ona  “Tatlım, dünyanın en iyi sır saklayan insanlarından biri” diyerek onu onurlandıracaktı.

Logsdail’ın bir galerici olarak kariyeri -gelecek yıl içinde yarım yüzyılı devirecek- sanatçıları olduğu kadar koleksiyonerleri tarafından da biçimlendirildi. Sanatçılar arasında Sol LeWitt, Anish Kapoor ve Ai Weiwei’yi sayarken, koleksiyonerler arasında Giuseppe Panza, Miuccia Prada, Charles Saatchi ve Logsdail’ı başlangıç yıllarında destekleyen amcası Roald Dahl’u sayabiliriz. Bu satıcı-müşteri ilişkileri onun deyimiyle “edepli sosyal muhabbetlerin” üzerinde temellenmekte. Akşam yemekleri, ortak yolculuklar ve “koleksiyonerin coşkusunu, yani bir sanatçının eserine karşı duyulan katıksız hayranlığı ve merakı, galeri ile paylaşabilme yeteneği.”

Ama sanat fuarları, açık arttırmalar ve internet satıcılarla konuşarak hareket etmeyi alıcılar için bir zorunluluk olmaktan çok bir tercih haline getirdi. Piyasanın 2008’den bu yana nasıl dönüştüğünün grafiğini çıkaran Çağdaş Sanatı Satmak (2015) konferansında, yazar Edward Winkleman bu sıçramayı tarif edebilmek için Los Angeles merkezli koleksiyoncu Stefan Simchowitz’den ödünç aldığı bir tabir kullandı: “Kültürel Luthercilik”. Koleksiyoncular artık bir galericinin elini sıkmadan, hatta belki de hiçbir zaman bir sergi ziyaret etmeden, bir sanat eserini değerlendirme ve hatta satın alma araçlarına sahipler. 

 “Edepli sosyal muhabbet” günlerinin sonu mu geliyor? 

Asıl olarak modern İngiliz ve Amerikan sanatıyla ilgilenen Bernard Jacobson bu soruya evet yanıtını veriyor. Jacobson bir zamanlar müşterilerine danışmanlık yapan “girgin” bir satıcı olduğunu söylüyor. Bana düzenli bir koleksiyoner olan David Bowie’ye, bir suluboya ressamı olan William Tillyer’ın Londra ofisinin duvarında asılı duran yapıtını satarken nasıl kavga ettiklerini anlatıyor. Bir yandan resimden ayrılma fikrinden nefret ederken, aynı zamanda gurur duyuyor: Jacobson uzun zamandır Tillyer’ın 21’inci yüzyılın değeri bilinmemiş ressamlarından en önemlilerinden biri olduğunu savunuyor ve Bowie’yi de kendi düşünme biçimine çekebildiği için çok mutlu. 

 “O gerçek bir koleksiyoner” diyordu Jacobson onayarak. “Söylediklerimi kelimesi kelimesine aklında tutardı, ardından bir kütüphaneye ya da kitapçıya giderdi ve ertesi gün onu gördüğünüzde söz konusu sanatçı hakkında herşeyi gerçekten bilirdi”.

Artık satıcılar yeni müşterilerle ilişki kurmaktan kaçınıyorlar. “İlk buluşmadan sonra satıcılar onların “danışmanı” haline geliyor,” dedi küçümseyerek. O hala Tillyer’ı pazara tanıtan kişi olsa da, yöntemleri değişmiş durumda: halen sanatçının biyografisini yazmakta. 

Jacobson’ın tanımlaması Winkleman’ın eser toplama analiziyle uyuşmakta: “Mevcut bütün göstergeler satın alma sürecini hızlandırmak üzere oluşturuluyorlar” diyor Winkleman. “Çok az kişi geniş kapsamlı bir araştırmanın keyfini sürüyor”. 

Ama bazı koleksiyonerler kişisizleşmeye doğru bu sürüklenmeye karşı direniyorlar. 

Peter Ross’a Yunanistan tatili sırasında telefonla ulaştım. Alımlarını asıl olarak Lisson’dan yapan Kanadalı koleksiyoner Frieze haftası sırasında hala Avrupa’da olacaktı ama Londra sergilerine katılıp katılmayacağından emin değildi: “Ortalık yutturmacayla dolu”. Ross’un satın aldığı ilk eser Anish Kapoor’un 1980’de yaptığı kağıt üzerine bir çalışma olmuş. Ross bu eseri almaya haftalar süren bir düşünme döneminden sonra karar vermiş: “Gerçekten bilmediğim bir dünyaya adım atıyordum”.  Ross o zamandan beri aralarında Peter Joseph, Ryan Gander, Thomas Schütte ve Francis Alys gibi sanatçıların eserlerinin yer aldığı bir koleksiyon oluşturmuş. 

Bir galeriyle çalışarak koleksiyon yapmanın adımlanması çok daha düşündürücü bir süreç olduğunu belirten Ross, bu durumun kendisinin Lisson’a sadık kalmasına yol açtığını söylemiştir. “Nicholas  (Logsdail) hakkında bir şey söylemek gerekirse kendisi benim yanımda daima o olağanüstü sabrını korumuştur” diyen Ross, zaman zaman Logsdail’in kendisine sunduğu sanatçının eserini kabul etmesinin “yıllar” aldığını belirtmiştir. Çağdaş sanat piyasasının dönekliğinden dem vuran Ross, liste başındaki on sanatçının bir süre hava attıktan sonra bir daha isimlerinin duyulmadığı bir piyasada, satıcının zorunlu olarak bir beğeni geliştirmeye zorlandığını söylüyor.  

Logsdail’in sanatçıları hakkında bir kanaat edinmesini ve onlara sadık kalmasını saygıyla karşılıyorum diyen Ross, örnek olarak 1967’den bu yana Lisson’da düzenli olarak sergi açan bir İngiliz minimalist olan Peter Joseph hakkında söylenmiş şu sözü aktarıyor:

“O gündemde olan çok satan sanatçılardan biri değildi, ama Nicholas bütün çalışma hayatı boyunca bu adama sadık kaldı”. 

Bu yaklaşımın gerisinde yalnızca beğenerek alma arzusu yok ama ciddi bir pragmatizm söz konusu: yeni bir sanatçıya yatırım yapan bir koleksiyoner galerinin o sanatçıyı aniden terk etmeyeceğini bilmek istiyor. 

Koleksiyonerleri kendi yörüngeleri etrafında tutmak söz konusu olduğunda, kaymak tabaka galerilerin belli avantajları var. Önemli eserlere ulaşımı kontrol altında tutabilirler ve en iyi eserleri almaktan kaynaklanan sosyal bir prestije sahiptirler. O halde belki de asla “başaramayacak” olan sanatçıların eserlerinin tanıtımını yapan küçük satıcılar alıcıları farklı alternatiflere nasıl ulaştıracak?

Kuzey Londra’daki evinden Handel Street Projects’i yöneten Fedja Klikovac işe “satıcı” etiketini reddederek başladı. “Ben bir fikir emekçisiyim, tasarı çiftçisiyim” diye düzeltti beni gülerek. Buluştuğumuzda galeri boştu, sanatçı Jelena Tomasevic’in Montenegrin çalışmasının sergilendiği salon tek başımıza gezebilmemiz için boşaltılmıştı. Sergi sunumu Klikovac’a özgü alışılmadık bir sunumdu: Londra sanat sahnesine ilk adım atışı bu galeriyle ve Modern Orta Çağ (2002-2005) konsepti üzerine. Serginin düsturu “ ortaçağ sanatı ve modern sanat arasındaki diyaloğu hızlandırmak” olmuş. Klikovac sergisini entelektüel olarak büyüleyici ama son derece karsız bir girişim olduğunu belirtiyor. 

Handel Street küçük ama sadık bir izleyiciye sahip: Klikovac bir düzineden az düzenli müşteriye sahip, Klikovac satışlarının çoğunluğunu da izleyicilerinin koleksiyonları arasından yapıyor. Handel Street’ten her yıl bir ya da iki parça satın alan Maria Spink şöyle diyor: “Benim ilgimi çeken şey işte bu, eserin etrafında uçusan fikirler ve tartışmalar, bir yatırım olarak sanat değil”.

Şu anda Afrika’daki sürdürülebilir projeler üzerinde çalışan eski bir bankacı olan Spink Klikovac ile arkadaş olduklarını söylüyor. Onunla kapsamlı müze ziyaretleri, kitap değiş tokuşları ve çoğunlukla bir satışla sonuçlanan söyleşiler yaptıklarını belirtiyor.  

Ben bu kişisel teması ve Fedja ve sanatçılarla yaptığım sohbetleri, bir fuardan alışveriş yapmaya tercih ediyorum diyor Spink. Bu Peter Ross tarafından yapılan açıklamayı hatırlatıyor: Sanatseverler eğer sanata ticari olan sanatın ötesine bir bağlılık gösteriyorlarsa belli satıcılara bağlanırlar. 

Satıcılar  alıcıları ile aralarındaki ilişkiye önem vermek için, kendi açılarından, iyi gerekçelere sahiptirler. Logsdail’in açıkladığı gibi “Biri bir sanateseri aldığında, ona sahip olur. Bu sanat eserini kontrol edebilmenin tek yolu onların sanatçılarla ve sizinle olan ilişkilerine ve onların şöhretlerine verdikleri değeri güçlü ve yüksek tutabilmektir”. 

Logsdail bu kez Nairobi’de bir otelin barından konuşuyor. Bir Talisker ile kayalarda geçen bir günün sonu… İlk içkisini bir koleksiyoner ve eski Tate mütevelli heyeti üyelerinden biri olan E.J.Power ile içiyor. Logsdail, Power Bell’in Street’teki yeni filizlenmeye başlayan galerisine ilk adımını attığından beri yani yaklaşık 50 yıldır sanat piyasası “devasa boyutta genişlemiş” olsa da bu sıçrama  koleksiyonerlerle uzun vadeli ortaklıklar kurma olasılığını imkansız kılmıştır, diyor. 

 “Eğer bir tercih şansınız varsa birlikte çalışmak istediğiniz sanatçıları seçersiniz, birlikte çalışmak istediğiniz müşterileri seçersiniz” diyor Logsdail: “Her şeyin anahtarı güven!”

 

Kaynak: Financial Times / Harriet Fitch Little 

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 00:43:00