İsmail Eğler, Nil Aynalı Eğler, Elif Tekir ve Nezih Vargeloğlu’ndan oluşan ve sanatın mekansallık ile ilişkisini araştıran sanat inisiyatifi Yoğunluk ile 3. Uluslararası Antalya Mimarlık Bienali kapsamında gerçekleştirdiği "Zamansız" isimli yerleştirmeyi ve yerleştirmenin ziyarete açıldığı Antalya Yenikapı Gavur Hamamı’nı konuştuk.
-Yoğunluk’tan ve bundan önce yaptığınız işlerden bahsedebilir misiniz?
Yoğunluk, kâr amacı gütmeyen bir sanat inisiyatifi olarak 2013 yılında kuruldu. Temel meselesi sanatsal eylemin mekan ile ilişkisi. Meseleyi iki ayrı yönden ele aldığımızı söyleyebiliriz: İlki mekanı sanatsal üretim için bir başlangıç noktası kılmak. Önce bir mekan ile karşılaşmak, onu fiziksel nitelikleri ve varoluşsal özellikleri üzerinden anlamaya çalışmak, bu yolla o mekana ilişkin bir kavramsallaştırma geliştirmek ve bunun içerisinden sanatsal bir eylem ortaya çıkarmak… Burada sanatsal eylemin yani işin, mekan ile olabildiğince yoğun bir ilişki içerisinden ortaya çıkmasını sağlamak en önemli etmen. İkinci yön ise sanatsal eylemin kendisinin bir mekânsal deneyim olarak ortaya çıkması. Yani yalnızca o mekana özgü kılınmış işler üretmek değil aynı zamanda o işlerin, içinde olduğu mekanın varoluşsal niteliklerini gün yüzüne çıkaracak bir güce sahip olmaları ve mekanla bir araya geldiğinde içine gireni saran bir deneyim oluşturabilmelerini sağlamak. En sonunda da mekan ve işlerin birbiriyle bütünleştiği, birbirini çoğalttıkları yeni bir mekansallık sunmak.
-Antalya Yenikapı Gavur Hamamı’nda bir iş yapma fikri nasıl gelişti?
Antalya Mimarlar Odası tarafından düzenlenen 3. Uluslararası Antalya Mimarlık Bienali (IABA) kapsamında, bienalin küratörü Tansel Korkmaz tarafından davet edildik. Organizasyonun düzenleneceği haberi, açılmasına çok kısıtlı bir zaman kala duyurulduğu için ilk başta katılıp katılmama konusunda ciddi bir tereddüdümüz oldu. Tansel Korkmaz küratör olarak bizim grubun davranışı ve meseleye yaklaşma şeklinden haberdardı. Bienalin teması "Geleceği Düşünmek" idi fakat gelecek üzerine tasavvurlar geliştirirken mimarlığın bir takım değişmezlerinin de olduğunun unutulmaması gerektiği onun da gündemde tuttuğu bir konu idi. Bu konu bizim de üzerine düşündüğümüz bir konu olduğu ve hamamın bu konu ile ilişkilenebilecek hayli arketipal bir mekan olduğunu hissettiğimiz için bu meseleye yoğunlaştık.
-Hamamın tarihinin sizin için nasıl bir önemi var? Gene tercihinizi tarihi nitelikleri olan bir yerden kullanmanızın sebebi nedir?
Tarihsel geçmişi olan bir mekanı kullanmak, diğer sergilerden farklı olarak bu proje için kilit bir önem taşıyordu. Çünkü burada 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında inşa edildiği düşünülen, bir restorasyon geçirmiş fakat yaklaşık 15 yıldır kapalı duran bir hamamdan bahsediyoruz. Hamamı ilk görmeye gideceğimiz gün, etrafa sorduğumuzda böyle bir mekanın varlığından haberleri olmadığını anladık. Konumunu tarif ettiğimizde nereden bahsettiğimizi anlıyorlar fakat bu binanın gerçekte ne olduğunu bilen sayısı çok az. Onlar için uzun süredir kapalı duran gizemli bir bina. Kapısına kilit vurulmuş ve üzerinde bir emlak levhası var: Satılık!
Bence burada yaptığımız en önemli şey, bu mekanı seçip kullanmakta ısrarcı olmamızdı. Böylelikle çok miktarda insan şehrin tam da göbeğinde bulunan bu mekanın etrafında dolaşmış, içine girmiş oldu. Normal şartlarda her gün görüp de deneyimleme imkanları olmayan bir şey ile onları karşılaştırmak ve bunu hamamda gizli bir takım potansiyelleri görünür kılarak yapmak önemliydi. Bu karşılaşmayı mümkün kılmak için iki adet dev bienal/sergi tanıtım afişini kapıyı ortada bırakacak ve insanları içeri buyur edecek şekilde binanın tepesinden aşağı sallandırdık. Binada bir etkinlik olduğunu ve bunun halka açık olduğunu vurgulayan bir hareket idi bu. Sergiyi 24 Ekim Cumartesi günü açtık. Açılır açılmaz çok miktarda yerli ve yabancı ziyaretçi hem binayı görme hem de sergiyi gezme fırsatı elde etti. Civarda yaşayan ya da çalışan kesim, acaba burada neler yapılacak, restore mi ediliyor, kaça satılacak, kültür merkezi olabilir mi acaba gibi sorularla deneyimi zenginleştirdiler.
-Neden mekanı karartmayı tercih ettiniz de var olan gün ışığını kullanmadınız?
Aynı dönemde yapılmış pek çok hamam gibi bu hamamın da üç ana bölümü vardı. Birincisi Soğukluk. Burası hamamın bir nevi giriş bölümüdür. Soluklanma ve hamama hazırlanma yeridir. Burayı geçtiniz mi karşınıza ılıklık çıkar. Burası görece daha sıcak bir yerdir. Ardından hamamın ana mekanı olan sıcaklık gelir. Bu bölümün merkez aksında görkemli bir göbek taşı var. Etrafında ise odayı çevreleyen beş adet kurna bulunuyor. Ilıklık ve sıcaklık dört tarafı kalın duvarlarla çevrili ve tepesi bir kubbe ile kapanmış iki müstakil göz olarak yapılanmış. Söz konusu kubbeler içinde bir sürü cam gözeneği barındırıyor. Cam gözeneklerden gelen gün ışığı günün farklı zamanlarında farklı bölümlere isabet ederek düşüyor. Bu hamamın genel atmosferini sağlayan esas bir öge bu. Yani hamam duvarlarla dışarıdan izole oluyor ama hamamdaki bu gözeneklerle içeri gün ışığını alıyor hem de dışarının zamanı ile eklemleniyor.
Bu tarihi hamamda tarihin dışına taşan bir şey olduğunu hissettik. Arketipal formların da ötesinde bir şey: İnsanın maddeyi, maddenin boşluğu ve ışığı biçimlendirme gücü. Mimarlığın zamanlar ötesi çekirdeği, aslında insanın madde ve ışıkla kurduğu bu ilişkiden çıkıyor. Yapının hangi yüzyılda yapıldığına, onun içine giren insanın hangi zamanda yaşadığına bakmaksızın, mimarlığın gücünün insanın dünya üzerindeki varlığına derinden temas ettiği bir aralık bu. Hamam bir kentin, tarihin, bağlamın içinde dursa da soğukluğa adımımızı attığımız ilk anda bugünün bağlamı dışarıda kalıyor. Mekanı bugünün zamanına bağlayan tek şey kalın duvarlardan içeriye süzülen gün ışığı. Bir göz daha içeriye, ılıklığa girdiğimizde ışık bu sefer kubbedeki deliklerden mekana iniyor. Güneşin konumuna göre yoğunlaşıp seyrelerek, biçimlenerek kubbeden geçip duvara vuruyor. Tıpkı bir güneş saati gibi…
Bir adım daha atıp sıcaklığa girdiğimizde bizim dönüştürdüğümüz bir mekan deneyimi devreye giriyor. Yine bir göz mekanı örten gözenekli kubbe mekanı tanımlıyor fakat bu sefer gözenekler dışarıdaki zamana bizi bağlamıyor. Kubbeden içeri süzülen ışık, bugün ile bağını koparmış; zamandan azade davranıyor. Burada zaman, dünya zaman-mekanından başka bir biçimde akıyor. Adeta kendi varlığını geri çekiyor. Mekan, bu dünyadan olmayan bir zaman rejimi içinde deviniyor. Gözeneklerden giren ışıklar mekanın zamanı aşan özünü ve mekansal gücünü bu defa böyle bir zaman rejimi içerisinden ortaya çıkarmaya çalışıyor. Böylece zamansız olan, akıp giden zamanın kendisinden bile arınıyor. Geriye yalnızca nüfuz edilemez bir öz kalıyor. Hem zamana, hem de maddeye dair…
İlk başta, hali hazırda kubbeden içeri giren gün ışığını müdahale etmeden kullanarak nasıl mekanı görünür kılarız diye düşünürken, sonradan kubbeyi tamamen kapatarak suni ve kontrollü bir ışık ile ilerleme fikri ortaya çıktı. Bu fikirle kubbenin dairesel formuna karşılık gelen cam gözeneklere aplikler yerleştirerek istenen anda istenen bölgedeki ışığı aktive ederek hayali bir zaman algısı oluşturabilecektik. Zamansız, sadece sıcaklık bölümüne kurulmuş bir ışık enstalasyonu gibi gözükse de aslında iş, ılıklık bölümünde başlıyor. Çünkü bu bölümde ziyaretçi ışığı kendi zamanında yani gerçek zamanda deneyimliyor. Akabinde ötekinden siyah bir perdeyle ayrılmış sıcaklık bölümüne geçtiğinde karanlık ve zamansız bir mekanla karşılaşıyor.