A password will be e-mailed to you.

Sadece ressam, Utku Varlık ile değil aslında sanatçı kimliği ile toplumu yorumlayan, ilerleme ve gerilemeyi gözlemleyen bir düşünür ile geçtiğimiz haftaki röportajın ardından sohbete devam ediyorum.

 

Resimlerinizde bir şeyler anlatma kaygınız var mı? Toplumsal konulara dokunmayı amaçlıyor musunuz?

Açıkçası, hayır. Benim resimlerim insanın beyninin öteki tarafına mesajlar gönderiyor, Ay’ın görünmeyen yanı gibi. Politik amaçlı resim denemedim değil; 70 yıllarında Türkiye karardığında biz Paris’teydik, devlet burslusu. Her şeyi dışarıdan daha iyi izliyorduk; başkaldırı ve provokasyonu. İşte bu sürede bir seri litografya ve desen yaptım ve çevremde ilgi gördü o kadar! Hiç̧bir işlevi olmamıştı; kime gösterebilirsin? Yıllar sonra o baskıların hepsini yaktım, afiş, grafik, sinema, yazı politik bir işleve girebilir ama bence resim “bir yaz denizi” gibi olmalıdır. Konu sanrıysa bizi yöneten başka şeyler var. Bilim; bir Olimpos Dağı gibi, o yönetiyor her şeyi. İnsanın kendini tanımlaması mı, beynin işlevine geliyoruz burada. O içimizdeki öbür evrene ama yine dıştakini çözecek olan o.

Belleğimin daha kanıtlayamadığımız bir hızıyla 13 milyar ışık yılını aşıyorum, çok ötelere, başka galaksilere doğru yol alırken, tersine dönüp 1953 yılına gidebiliyorum mesela; Üsküdar’da Kuzguncuk Deresi Sokak’tan inerken sağda Karacaahmet Mezarlığı, ince, bozuk arnavut kaldırımı, küçük ahşap, yıkık evler, bahçe duvarları, kediler, konserve kutularında fesleğenler işte dehşet güzel bir sabah; kokusu geldi mi? Bu benim beynim işte, taşıdı bizi o güzel güne; Oktay Rıfat’ın bir şiiri gibi! Sonra birden Lambo’nun Meyhanesi’ne giriyorum, 1959 yılı. Cahit Irgat bir köşede şiir yazıyor galiba, tanıdık kokular: balık pazarı, mutfak, ucuz şarap yani İstanbul, kulağımda sohbetler. Şimdiki zamana aniden döndüğümde seninle konuşuyorum ve de yarın yapacak işlerimi de belleğimden kontrol ettim! Yani belleğimiz sonsuz ve derin; resimlerimde de bu sanrının işlevine sığınıyorum, onu alıp başka bir duygu alanına, esrik bir geziye çıkartmak, kulağına fısıldamak!

Gelelim “ephemer”e, şu arkandaki ağaçlarda benim gezgin güvercinlerim var, hep beraber dolaşırlar, karı koca. Kışın üç̧ ay Fas’ta kalıp ilkbaharda Paris’e ağaçlarına dönerler, bu göç̧ böylece sürer ama benim endişem gözüm hep dışarıda; sağ̆ salim gelecekler mi? Fas’tan göçlerinde Bordeaux’dan geçerken onları en ileri teknikte kurgulanmış̧ silahlarıyla bekleyen zengin şarap tacirlerinin tuzağına düşmeden. Belleğim kurgusu herzeyi gözlüyor; endişelerle yatıp, kötü haberlerle uyanıyoruz, belirsiz yarınları sorguluyoruz!

Ama biliyor musun dünya hiç̧ iyi bir yere gitmiyor, koskoca bilinciyle kendine yeni bir insan formu yaratmak yerine, ilkel insana özgü dinlerin kıskancında, din kavgalarında, politik kaoslardan yorgun bir insan, daha çok lobilerle yönetilen insan! Bu global kaostan sanatta nasibini alıyor, matah olarak oluşturulmuş̧, empoze, neyin beğenilmesinin gerektiğini bize öğreten, sanatçılarını bize ezberlettiren güç̧; bunu sürekli yazıyorum, kimseye dokunmuyor kanımca! Erken yıllarda büyük ütopya düşleri görüyorduk; bir farklılaşma olacaktı, “kâtharsis” yani bir arındırma, ne bileyim yeni bir dünya düşü! Tökezledik.

“Aydın düşünceyi yok edemiyorlar”

Evet, ben de bunu merak ediyorum, sanatın bu “katharsis”i yaşatması, topluma bir şeyler öğretmesi gerekiyor mu?

Sanat bir terapi, hiç̧ bir zaman büyük mesajlarla oluşamaz, bireysel bir kurgunun dışa vurusu aslında. Üst düzey kültürel bir olay ve herkese ulaşabilmesi çok zor. Toplumun büyük bir kısmının tezgahından geçemezseniz, kitabınızı okutamazsınız, resminizi sergileyemezsiniz. Ben “benim hayal müzelerim” kurgusunu biraz da kenara itilmiş̧ ama çok değer verdiğim sanatçıları savunmak adına yapmıştım. Sanat bir “katharsis” olmak zorunda ama onun öğreticiliği yine kültürel bir aşama gerektiriyor. Sana hayal kurduran, seni ışıklandıran bu pencereler herkese açık değil. Görüyorum müzelerin önündeki kuyrukları, ne yazık bunlar çoğunlukla, medyatik iteleme sonucu canları sıkılan üçüncü yaş topluluğu.

Ben resimleri niçin internete koyuyorum biliyor musun? Benim sergilerime gelenler genellikle zaten galerilerin repertuvarındaki kişiler, belirli bir doygunluktalar. Onları tekrar şaşırtmak güç. Bakmak ve sorgulamak; bu artık herkesi yormaya başladı. İnternetteki heyecan beni şaşırtıyor ve de biliyorum bu gençlik galerilere gitmiyor ama gelecek yıl sergime gelecekler!
 Sanat, bir şeyler anlatmaya çalışırken durmadan şekil değiştirdi. Resimde ekoller çıkardılar, bize sattılar, öyleyse inanalım ama öteki sanatlarda bu böyle olmadı, olamadı. Romanda bunu uygulayamadılar. Örneğin, yeni romanı denediler, devrik cümlelerle içeriği dinamitlemek yani; tutmadı, dilde üçkağıtçılık yapılamaz!

Sonra, sinema teknik düzeyinin aşamasında bugün çok önemli bir sanat. Kendine bir türlü isim bulamadığımız “plastik sanatlar” giderek kendini “kavramsal“a adadı. Sanat olarak yatağını değiştirdi, pentürü yok ederek sahnede tek başına kaldı! Her şey sanat olabilir sloganı yorgun 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyıla geçişte, harpler, açlıklar, yıkıntılar içinden “burn out’la çıkan insana yapılan bir manipülasyon. Marcel Duchamp’la Dada’larla kolayca yıkıllan duvar daha sonra “Documenta” ya ve de onların müzelerine dönüşüp, sanat tarihçilerinin yazdığı destanlarla günümüze geldi.

Ben akademiye dönmedim çünkü tüm o süreçte, resim öğretilemez kanısına vardım. Ancak isteyene yol gösterilebilir. Genellikle profesör öğretmez, atölyede yanında çalışan arkadaşını izleyerek, sergilere, müzelere giderek bir sanat bilincine varılabilir.
 Türkiye çok ilginç bir ülke biliyor musun, 70 yıldır ülkenin yaşadığı değişik politik kaosların, her dönem ayrı bir zulmün yönetiminde, onların attığı her okun da bir değil, bin aydını öldürdüğü ama hâlâ ayakta kalan bir ülke. Ne olursa olsun bir türlü kültürü, aydın düşünceyi yok edemiyorlar; yine dergiler, gazeteler, kitaplar çıkyor, sergiler açılıyor. Geçen yıllarda Le Monde gazetesinde tüm sayfa bir film ilanı görmüştüm: Nuri Bilge Ceylan’nın “Kış Uykusu” filminin ilanıydı. Fransa’nın yargıları en güç, hiçbir filme kolayca yıldız vermeyen 17 önemli gazete ve dergisinin anonim yargısı: “bir başeser”, şaşırdım; bir buna bir de ülkeme baktım, kimseye anlatamazsın bu paradoksu.

“Bizim yaşadığımız dönemde düş kurduran dinginlik bugün yok”

Yani, güzel ve değerli her şey aslında sizin döneminizde mi kaldı? Bizler, “yeni nesil” değerli ve kalıcı üretim gerçekten yapabiliyor muyuz? Metin Eloğlu. Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya, sizin insanlarınız, bu dönemde aynı tatlarla okuyabilecek yeni soluklar bulabiliyor musunuz?

Yukarıda sözünü ettiğim sinemacı bizimle sizin iki kuşağın ortasında; bence her dönem kendine özgü, sanata bir yerden dokunabilir. Ama bizim yaşadığımız o dönemde “düş kurduran” dinginlik bugün yok. Varoluşumuz tamamen kitap ve dergiydi, İstanbul değil sanki küçük bir kentte yaşıyorduk ki kimin nerede olduğu kolayca bilinirdi. Kim ne yapar bilinmez ama vakt-i kerahette bir meyhanede toplanırdık.

Dünde de bugünde de şair olarak ekmeğini şiirden kazanman çok zor. Edip Cansever’in babasından kalma antika dükkanı vardı. Cemal Süreya, memur olduğu dönemden eline bir para geçer miydi o da meçhûl, Turgut Uyar da öyle ama ötekiler günü gününe zor yaşarken, al sana bir Türk şiiri! Bugün yetenekli çok genç şair var bazılarını tanıyorum ama dönem şiire ne kadar ağırlık ve değer veriyor? Kitap okumak mı? Kitabım “ Zero Hipotez “ epey ilgi gördü geçen yıl çıktığında, bence yaşam öykülerimi okumak sıkıcı olmasa gerek ama şunu iyi biliyorum ki çok yakın dostlarım kitabımı okumadılar, kitap okunmuyor, belki vakit yok! 
Ama dilimizde yazmak çok değerli. Türkçe aslında şiire biçilmiş̧ bir dildir:

“İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
 Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye”

işte şimdi bana “incecikten bir kar yağar”ı başka dile çevir!

 

Aslında insan hep aynı meselelerde kazanıyor kaybediyor, aynı sorunlar ile uğraşıyor. Açlık, özgürlük, demokrasi, eşitsizlik. Bazen dersler alarak bazen de hiç yaşanmamış gibi devam ediyoruz. Peki şu an ki Türkiye’nin mücadele ettiği problemlerle benzer olarak ifade edebileceğiniz zamanlar oldu mu? Yoksa bu dönem ve bu dönemin insanları kendine biricik mi?

Türkiye kendi varoluşunda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, sonra da bugüne, hiçbir zaman kendine tamamen gelemedi. Komünist avı hangi yıllar başladı biliyor musun? İnönü zamanında. 1946’dan sonra üniversitelerden profesörleri atmaya başladılar. Aziz Nesin 40 kez tutuklanmış. Bir tek 1960 ihtilalinden sonra birden büyük bir özgürlük havası esti. Yani bugünler çok önceden tasarlanan; yapılan ya da yapılamayanlarla dolu.
Hiçbir zaman keskin ideolojik bir yanım olmadı, politik bir insan da olmadım.

Sadece 1962 yıllarında büyük özgürlük zamanında Önce Mehmet Ali Aybar’ ı tanıdım öteki dostlarımın sayesinde: Selahattin Hilav, Fethi Naci. Daha sonra Yön Dergisinin manifestosuna imza atıp, büyük entelektüel bir kesim olarak İşçi Partisi’ne katıldık, ben gençlik kollarında aktif olarak işleve girdim. Bu sürede faşist kesim de genellikle üniversitede örgütlenmişti ve İki kez önemli kavga çıktı. Bir seferinde Taşlıtarla’ya (Gaziosmanpaşa) gittik, Behice Boran’nın bir konuşması olacaktı. Daha önceden kiralanan bir kahvede. Aksiyon olarak katıldığım iki önemli oturumun birincisi. Cumartesi öğleden sonra, biz iki saat önceden kahveye vardık, hazırlıklara bakmak için. Yalnız kahveci ortalarda yok! Konuşmacılar geldi, bekliyoruz. Bir saat geçti kimse yok, bir kişi bile gelmedi derken, kahvenin camları kırılmaya başladı, taş yağıyordu. Bir baktık ki çevrilmişiz, Kimi görelim? Bize kahveyi kiralayan kahveci, taş atanların başında!

“Tüm yaşadıklarımın öylece taze kalmasını istiyorum!”

Trajikomik film senaryosu gibi!

İkinci kez Beyazıt Beyaz Saray salonunda yapılan toplantıyı ki tüm önemli isimler oradaydı; Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve daha bir sürü isim. Kavga çok büyüdü, yüzlerce kişi önce merdivenlerde sonra da sokaktaydı. Polis karışmadı, dövüldük daha doğrusu! Ertesi gün Milliyet gazetesi de birinci sayfada büyük bir fotoğraf: dövüşenlerin ortasın ben varım. Hemen anneme ulaştırmışlar; ona anlatamadım derdimin ne olduğunu!

 

Hep öyle olur ya en az alakalı olanın başı yanar.

Ondan sonra politika ve kavganın bana özgü bir iş olmadığını, ihtilâlci olamayacağımı anladım. Politika karşılıklı dövüş! Şimdi geriye dönüp bakınca bu devreyi anlamak daha zor, onu yaşayan kimse kalmadı, şairler öldü, tiyatrolar kapandı…kimse!

 

Döndüğünüzde hepsi orada olacak gibi?

Evet bunu anlatan fantastik bir Japon filmi vardı; virtüel, bir düş misali geçmişine dönüyorsun, her şey orada ama sen yoksun, işte paradoks bir düş. Ben tüm yaşadıklarımın öylece, taze kalmasını istiyorum!

 

Nasıl taze kalıyor, dönmeyerek mi?

Dönmeyerek değil, dönmemek bence bir şey aramamak ama biliyorum ki “yok olmak” , belki bir oyunda sahnede çıkmak, rolünü bitirmek. Giderken de Ulysses gibi; nedenler çok, belki de yok! Bir şey kararıyordu göz göre göre, düşte olduğu gibi görüyorsun ama gerçek virtüel, koşuyorsun ama bir türlü varamıyorsun, işte ikinci kitabımın içeriği!

“Soğan gitmişse insan neden kalsın?”

Son yıllarda Avrupa’ya göç eden sanatçı/düşünür sayısı arttı, geri gelirler mi? Uzaktan ürettikleri bizi besleyebilir mi?

Orta Avrupa ikinci dünya harbinde, Amerika’ya ne kadar bilim- kültür insanı yolladı biliyor musun? Yüzlerce, binlerce tüm Avrupa “entelekheia”sı. Bu göçler bir yerde insanın kaderi gibi. Avrupa yolladı ama sonra sanki gidenlerle kalanlar arasındaki dengeler bizi buraya getirdi. Bizim göçümüz çok daha farklı: Önceleri bir beyin göçü değildi, bu güç ne yazık saptırıldı, 1960 yıllarında Almanya’nın kapısı açıldığında çok umutluyduk. Türkiye’nin bundan ne kazandığı konusunda gelirsek örnek ortada; gittikçe sığlaşan dilini bile doğru dürüst konuşamayan korkunç bir arabeske sığınmış Arabistan’a benzer bir bir ülke yaratmak adına absürt bir değişim yaşıyoruz. Tarihi sapmaların dışında Araplarla hiçbir ilişkimiz yok ama sürekli bir soy ve birliktelik söylemi, bir Arap dünyası kardeşliği… Varoluşumuza dahil oldular.

Deniz ve toprak zenginliği ile yaratılan Türkiye’de tarım kıtlığı yaşanıyor, inanılır gibi değil. Soğan gitmişse insan neden kalsın? Üretemeyen neden kalsın? Bana uzun yıllar dönmediğim için sitem eden dostlarım şimdi iyi ki orda kalmışsın diyorlar ama kim gördü bazı güzelliklerin yerine gelemeyeceğini?

İstanbul tarihinde yok edilen, kırılan, bize unutturulmak istenen bellek! Etnik farklılıklar bir daha yerine gelmez. Arnavutköy’deki Rumlar gittiğinde İstanbul aynı kaldı mı? Mozaik kırıldıysa, yakışmayan taşlarla, çimentoyla restorasyon yapılmaya çalışılıyorsa ne yazık bir kez kırılmıştır, dönüşüm yok! Bir adam dışarı kaçmaya zorlandıysa bunun hesaplaşması olmalı, olsa da nereye varacağız bilmiyorum. Bir iç deniz yok olmuşsa onu tekrar doldurabilir miyiz?

 

Öğrendiklerim, dinlediklerim, sorgulamayı akıl etmeyi bu sohbetle fark ettiklerim muazzam. Kimsenin bilmediklerini konuştuk diye değil de aramızdaki 50 yıla rağmen aynı kaygılarla paylaşım yapabildiğimiz için. Dünde yaşananlar ile bugünler oluştuğu için. Yarınları sorarken ise ikimiz de belirsiz kaldık.

Değişen, dönüşen, ileri, geri giden yaşamda en değerlisi büyük zihinlerle bu farkındalığı paylaşabilmek.

 

İLGİLİ HABER

Utku Varlık: “Hayal kurmak beynin sanrı bahçesinde dolaşmak gibi”

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:36:54