A password will be e-mailed to you.

Burcu Yağcıoğlu, Akbank Günümüz Sanatçıları Yarışması birincisi… 

Günümüz sanatçıları sergisi birincisi olarak günümüz üzerine düşüncelerini merak ediyorum. Günümüz sanatı deyince aklına ne geliyor?

Aklıma tek bir şey gelmiyor açıkçası. Ben her coğrafyanın, her şehrin kendi güncel sanatını ürettiğini düşünüyorum. Londra’daki sanat üretimi ve eleştirisiyle, İstanbul’daki birbirlerinden oldukça farklılar mesela. Aklıma üretildiği coğrafyanın kendine has koşullarının, kültürünün, ikliminin, sözlü ya da yazılı yasak ve teşviklerini aynalayan, karşı çıkan ve bütün bunlarla yoğurulmuş sanat üretimleri geliyor.

 

Video ve fotoğraf arası The Land. Melez bir dili var. İlk bakışta hareketsiz görünüyor sonra hareketli olduğu fark ediliyor. Resimsel bir yanılsama peşinde misin?

Yok, yanılsama amaçlamadım. Ama bir resmin önünde durma deneyimine benzer bir deneyim olmasını istedim. Yani bir kandırmaca, hareketsizken bir anda hareketlenen bir ekran değil de, akla resmi getiren, resmi çağrıştıran bir video olacağını biliyordum.  

 

Mimar Sinan Resim bölümü mezunu olmanın üretimine avantaj ve elbette dezavantajlarını merak ediyoruz…

Mimar Sinan rahat bir okuldu. Atölye sisteminin sağladığı bir özgürlük hissi vardı sanırım. Öğrenci olarak okulun sizden beklediği şeyler çok netti tabi, o anlamda bir özgürlük söz konusu değildi. Ama rahat ve aheste bir havası vardı öğrenciliğin. Bu hem okumak, çalışmak, araştırmak için iyi fırsat olabilir, hem de bütün seneyi daha ne olduğunu anlamadan rıhtımda harcayabilirsin demek. Ben bu yönünden faydalanabildiğimi düşünüyorum. Çalışıyordum, nereye doğru yol alacağımı bilmiyordum ama istediğim gibi çalışıyordum. Bu canımın istediği şekilde çalışma hali bir özgürlüktü benim için. MSÜ’nün avantajı bu oldu bana. Diğer taraftan kendimi okul dışında olan bitenden, çağdaş sanattan uzak ve bihaber hissediyordum. Bölümün sunduğu çok fazla bir şey yoktu. Bir tek halı atölyesi vardı. Resim bölumü içinde sanat üretimi üzerine düşünmeye teşvik eden bir oluşumdu. Bunun dışında herkes biraz el yordamıyla, kendi pusulalarını takip ederek ilerleyeceği yolu bulmaya çalışıyordu.

 

Videodan bir araç olarak beklentin nedir? Yani hareketli imajdan? 

Videoyla ilişkim zaman içinde değişti. Ilk yaptığım videolarda kamerayı ben kullanmıyordum mesela. Bu alanda çalışan arkadaşlarım çekimi yapıyorlardı. Ben ne istediğimi anlatıyordum, zaten bazen kameranın önünde oluyordum, sonra çekimi gerçekleştiriyorduk. Kamerayı elime aldıktan sonra videoyla ilişkim de değişti. Editing programlarıyla haşır neşir olmaya başlayınca daha da çok değişti. Son zamanlarda daha içsel, tesadüfleri kullanmaya daha açık bir video pratiğim oluşmaya başladı. Fakat en başından şu güne kadar yaptığım videolara bakınca hepsinde ortak bir taraf görüyorum. Hepsi resimle ve bir resme bakma deneyimiyle paralellikler taşıyorlar bence. Ama bu bir karardan çok kendiliğinden gelişmiş bir şey. Zaman içinde bu özelliği terk edebilirim. Ve hemen hemen hepsinde rüya/fantezi-bilim-kurgu referansları var. Bu, şu an için pratiğimde tutmak ve ötelemek istediğim bir özellik. Bunun dışında sanırım videodan araç olarak beklentim üzerine değil de, gerçekleştirmek istediğim işin iyi bir şekilde ortaya çıkması için vermem gereken kararların ne olduğu üzerine, işin benden beklentisi ve benim isten beklentim üzerine kafa yoruyorum daha çok.

 

Hayatımızdaki ekranların haraketli imajların çokluğundan bir sanatçının ifade biçimleri ne kadar nasibini alıyor? Seni nasıl etkiliyor?

Çok! Bunlara bütünüyle kapalı bir sanatçı pratiği var mıdır, bilemiyorum. Herkes ekranlardan nasibini fazlasıyla alıyor gibi görünüyor. Ben son zamanlarda gif animasyonlarla çalışmaya başladım mesela. Gif animasyonlar, aslında hiç de öyle yeni bir icat falan olmamalarına karşın popülerlikleri, özellikle son senelerde artmış bir hareketli imaj formatı. İnternet üzerinde her yerden karşımıza çıkıyorlar. Yapması, taşıması, indirmesindeki kolaylık bu kadar yaygın olmalarında bir etken sanıyorum. Yani şu an bütün bu kişisel ekran, hareketli imaj, internet dünyasından benim mercek altına aldığım şey gifler. Anonim, eğlence amaçlı, hızlı, kısa görsel şekerlemeler. Bunları bir çeşit bulunmuş nesne gibi ele alıp, birbirleriyle ilişkilendikleri bir koreografi içinde sunmakla ilgileniyorum son zamanlarda.

 

Hayatta en vazgeçemediğin ekran hangisi mesela? Cep telefonu, ipad? PC? Mac? Vapurdaki ekran? Uçak? Resim?

Bütün bu ekranlarla haşır neşirim.. Toplu taşımalardaki ekranlar yapacak hiçbir şey bulamıyorsa bakılan mecralar sanırım. Ama kişisel ekranlar için durum farklı. Yeni dikdörtgen uzuvlarımız gibiler.

 

Londra’yı anlatır mısın bize? Nesini seviyorsun en çok? Sık sık gittiğin galeriler var mı? Tate Modern’in hayatına etkisi… vs.

Sokakta rahat yürüyebilmeyi seviyorum. Bir de parklarını ve güneşli günlerini. Londra’da güneş açtığı zaman şehre bayram gelmiş gibi oluyor. Sık gittiğim galeriler var. Thomas Dane, Houser & Wirth, South London Gallery, ICA, Hayward, Victoria Miro, tabi ki Tate.. Bunlar dışında son zamanlarda Parasol Unit, Gasworks ve Delfina Foundation’a sıkça gidiyorum.

 

Hayvanlarla ilgili iş yapan pek çok sanatçı, örneğin Polonyalı kadın sanatçı Katarzyna Kozyra geliyor mesela, hayvanları insanların gözünde, insanların altında değil de yanında yer alması gibi bir şiarla yaptığını açıklar. Senin The wonder book of animals olsun bu The Land olsun hayvanları nesne ederken estetik dışı toplumsal maksatların var mıydı?

İşlerimin temelinde insan ve insan olmayan hayvanlar arasındaki hiyerarşiyle ilgili düşünceler var. İşlerdeki görsel, estetik sonuçlar da bu düşüncelerle birlikte şekillendi. ‘The Wonder Book of Animals’ serisi ismini 1960’larda İngiltere’de basılmış bir hayvanlar ansiklopedisinden alıyor. Kitabı ilk elime aldığımda hayvan belgeselciliğinin o yıllardan günümüze ne kadar değiştiğini düşünmüştüm. Kitaptaki hayvanlar şirin, korkunç, budala, haddini bilmez, tehlikeli, büyüleyici, akıl ermez gibi tanımlarla sunuluyor. Neredeyse bir çeşit fabl. Genel olarak göklere çıkarma, büyülenme, ya da küçük ve aşağı görme gibi iki uç arasında gidip gelen bir bakış hakim kitaba. Bu kitapla öteki türlere karşı yabancılaşmanın reçetesinin son derece kolonyal bir tutumla karşıma çıktığını düşünmüştüm. Kitap, hem o yıllardaki hayvan belgeselciliği ve genel olarak insanın hayvana bakışı ile ilgili fikir veriyor, hem de günümüzdeki bakışın nereden geldiğine dair de bir şeyler söylüyor. Günümüzdeki tüm hayvan belgeselleri aynı çatı altında toplanamaz tabii ama özellikle ana akım hayvan ya da vahşi doğa belgeselciliğinin, ‘The Wonder Book of Animals’daki belgeselciliğin sofistike bir devamı olduğunu düşünüyorum ben. Harika, tehlikeli, akıl almaz yabancılar… Belki de eski ve yeni hayvan belgeselciliğinin arasındaki en büyük fark, günümüzde yemek yapmanın/yemenin, yemeğe bakmanın erotize edilmesi gibi, hayvan belgesellerindeki bakışın da buradakine benzer bir görsel erotizm surecinden geçiyor olması bence. Yüksek çözünürlüklü kameralarla gözlere, boynuzlara, dişlere yakın plan çekimler, ağır çekimde uzun uzun izlediğimiz avlanma sahneleri, türlü kürk desenlerinden oluşan görsel şölenler, vs. … Oryantalist bir bakış. İşte şu sıralar ‘The Wonder Book of Animals’ serisinde 50 sene öncesinin ürünü olan bir kitabı merkez alarak hayvan, yabancılık, insanlık ve tur hiyerarşisi üzerine düşünüyorum ve üretiyorum.

The Land’in (Yer) bir video kolaj olduğu söylenebilir. Videoyu yaparken koyunun insan kültüründeki yeri, kurucu mitler ve koyun bedeninin fonksiyonu üzerine düşünüyordum. O yüzden hem yün imgesi ön planda, hem de o yün yumağından çıkan küçük koyun kafaları da süt ve meme fikrine gönderme yapmayı amaçlıyor. Verici olması beklenen meme videoda tüketici olarak kurgulanıyor.

 

Günümüz sanatçıları sergisinde senin favorin olan bir iş var mıydı?

Ben vize meselelerim yüzünden Türkiye’ye gelemedim, o yüzden ne açılışa katılabildim, ne de sergiyi görme şansım oldu ne yazık ki. Ama Gizem Karakaş ve Ayşegül Karakaş’ın işleri özellikle ilgimi çekti. Umarım başka bir sergide görme şansım olur işlerini.

 

Çağdaş  ve güncel sanat arasında gidip gelinen, sonra bu gerilimin yatıştığı bir kuşağın sanatçısı olarak gönlün hangisinden yana? Çağdaş olmaktan mı güncel olmaktan mı?

İkisini de kullanıyorum ben. Çoğunlukla çağdaş daha ağır basıyor.

 

Mirasçısı olduğunu söyleyebileceğin senden önceki kuşaklardan sanatçılar var mı? Ya da bir sanatçı?

Louise Bourgeois. Üretim biçimim, malzeme spektrumu ve estetik anlamda benzediğimi düşünüyorum. Ve Andrei Tarkovsky. Hem düşünsel, hem de estetik anlamda çok etkilendiğim biri.

 

Beslenme çantanda kimler ve neler var? Kitap roman? Film? Kişi?

Beslenme çantam sürekli değişiyor. Bazı isimler daha kalıcı oluyorlar tabi. Mesela bu kalıcı isimlerden biri Dostoyevski, bir diğeri, her yazdığına çok bayılmasam da Freud, diğeri Maya Deren, Tarkovsky, ve Virginia Woolf. Benim için daha yeni ve ne kadar süre beslenme çantamda kalacağını bilmediğim Ellen Gallagher. İşlerini hem çok beğeniyorum, hem de kendi pratiğimle paralellik kuruyorum. O yüzden benim için önemli bir sanatçı. Son zamanlarda sürekli dönüp dönüp baktığım Richard Kearney’nin Yabancılar, Tanrılar, Canavarlar kitabi ve Cary Wolfe’un derlediği Zoontologies adlı kitap var. Başka birkaç isim Ahmet Hamdi Tanpınar, Boris Vian, Hannah Arendt, Mikhail Bakhtin…

 

Kullandığın aracın da başlı başına içeriğin kendisi olması meselesinin eskidiğini, bunun yerini müphemlik, belirsizlik aldığına ne dersin?

 

Benim pratiğimde mi genel anlamda sanat üretiminde mi? Ben önemli bulurum kullandığım malzemenin içeriğin kendisi olması meselesini. Haiku şiiri gibi. Tabii her isimde bunu tutarlı bir biçimde gerçekleştirdiğimi söyleyemem, öyle bir amacım da yok açıkçası. Eskidiğini düşünmüyorum ama. Bence bu farklı materyal ve yaklaşımlarla tekrar tekrar icat edilebilecek, zengin bir damar. Müphemlik de öyle tabi, ama ben birini diğerinin yerine gecen şeyler olarak görmedim.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 15:34:50