A password will be e-mailed to you.

 

Yaratıcı bir sanatçı olarak Anna Biller, sinematik dilde yakaladığı özgünlüğü koruyan bir yönetmen. Sinemasının merkezine toplumsal cinsiyet okumalarını güçlendirecek kadınlık performanslarını koyarak hem feminist ideolojinin kavramlarıyla çözülecek metinler üretiyor hem de görsel anlatımda kendi stilini deneysel metotlarla biçimlendiriyor. 2016 tarihli The Love Witch adlı filmi, bu yıl 16. If İstanbul Bağımsız Filmler Festivalinde, Oyun bölümünde gösteriliyor. Anna Biller sinemasının teorisini, 2007 tarihli Viva adlı filmi ve The Love Witch temsil ediyor olmalı.

Filmin konusuna gelince, Elaine genç, güzel bir cadıdır ve hayatının aşkını/beyaz atlı prensini bulmakta kararlıdır. Bu tutkulu genç kadın yaşadığı Gotik Viktoryen köşkünde, elde etmek istediği erkekler için aşk ve bağlama büyüleri yapmaktadır.

The Love Witch bir anlamda masal dünyası sunuyor izleyiciye zira masalın anlatı yapısı, filmin içerik ve görüntü vurgusunu da şekillendiriyor. Aslında Anna Biller’ın da bu masallarla bir derdi, meselesi var. Bu anlatıların erkeklik rollerini onaylayan, altını çizen ve kadın kahramanı kurtarılmaya muhtaç/güçsüz konuma sokan bir badire ile bu rolleri temize çeken yapısını  problem haline getirerek izleyiciye içinde bulunduğu zamanın kültürel kodlarını düşünmesi için bir alan yaratıyor.

Elaine’ın mağarası da cadılık

Filmin görüntü estetiği Biller’ın demodeleşmiş sinema türlerini ve technicolor döneminin renklerini kullanarak 60’lı yılların duygusunu yaratmasıyla biçimleniyor. Bunu tercih etmesindeki en önemli sebep, yeni ve özgün bir anlatım dili yaratarak, kendi sinema üslubunu güçlendirmek ve deneysel sinemanın imkânları ile bir problematik oluşturmak olmalı hiç kuşkusuz.  Bu tavrında da başarılı olduğunu söylemek gerekiyor. Elaine’in bir cadı olarak aşk meselesi karşısındaki tavrını, masal/söylence geleneğinin argümanlarını sinema diline dönüştürerek hem tarih boyunca kadınlık rollerini tanımlayan dilin altını çiziyor hem de cadılık olgusu ile uygarlığın kadın karşısındaki savunmasızlığını görünür hale getiriyor. Ancak bunu yaparken Biller, maskülen tavırları ve söylemleri yeniden üretme hatasına düşmüyor.

Cadı Elaine ve onun Gotik malikanesi bir gösteren. Elaine aşk konusundaki içten, tutkulu bir o kadar da kararlı tavrıyla erkekteki kadın korkusunu da su yüzüne çıkarıyor. Polis şefi Griff’e “Cadılık benim dinim ve sizin Hristiyanlığınızdan da eski bir zamana ait” derken, erkeğin tanımladığı bu şeyi (kadını) denetlemek üzere cadılık olgusuna şer bir anlam yüklediğini de yeniden hatırlatıyor seyirciye. Ancak aynı zamanda Elaine’in mağarası da cadılık. Yani burada bir çift anlamlılık söz konusu.

Erkeklerin kadınları kontrol kumandası cadılık

Anna Biller, antik bir inanç olarak cadılığın işaret ettiği bu anlamlarla ilgileniyor daha çok. Yani kadın cinselliğini ve bundan doğacak sonsuz enerjiyi denetlemek, kontrol altına almak isteyen erkek düşünce sisteminin kontrol kumandası cadılık bir anlamda.  Daha sonra metaforik bir anlamla sembolik düzende kullanılacak olan “cadı avları” da bir çeşit vajina/rahim korkusunun tezahürü olan avlanma seremonileri. Elaine de çoğunlukla elde etmek istediği erkeklere seks büyüsü yapıyor. Aşkını ve kendi cinselliğini sonsuzlaştırdığını düşünüyor böylelikle.

Ancak ikinci bir çatışma yaratıyor Biller bu durumla bize. Elaine bedenine ve hazzına sahip çıktığına inanıyor ancak onun cinselliği sadece bir yöntem ve bunu fark etmiyor, dolayısıyla da âşık olduğu her erkeğin ölümüne sebep oluyor. Yani öldüresiye sevmekten büyük bir tatminsizlik kalıyor geriye. Baktığı kartlarda kaderini/beyaz atlı prensini görüyor. Ve Biller, bu prensi karşımıza bir polis şefi olarak çıkartıyor.

Elaine’ın yaptığı seks büyüleri

Şüphesiz bu da bir tesadüf değil. Gerçekten de Elaine’le ilk randevularında ata biner polis şefi Griff. Ardından bir tiyatro kumpanyasıyla karşılaşırlar, burada küçük bir evlilik oyunu sahnelerler. Polis şefi Griff’in ve Elaine’in iç seslerini duyarız bu oyun sırasında. Kadın ve erkek için aşk temayüllerinin ne kadar başka olduğunu en iyi anlatan sahnedir bu oyun. Yani bazen her şey bir oyundur, korkunun, tutkunun, saf bilme merakının tozuyla yoğrulmuş bir anlamlar yontusu…  Daha sonra barda karşılaştıkları sahnede Griff’in artık o kadar da prens olmadığına tanık oluruz. Çok tanımaya başladığımız şey o oranda gerçek de olmaya başlar. Üstelik  Elaine’in ve Griff’in aşk için yaptıkları yatırım nesneleri başkadır. Elaine yaptığı seks büyüleri ile kendi cinselliğinin baskısı altında ezilir. Onu bir yaşam enerjisine, bir hayat önerisine dönüştüremez. Ancak bu imkânla yine de içinde var olduğu düzene yorgun düşene kadar karşı koymaya devam eder.

Deleuze’cu bir okuma ile düşünürsek kendi cinselliğini bir  kadın oluş, bir kendini gerçekleştirme fırsatına dönüştüremez. Sonsuz aşk arayışı ile bir yandan kendi tatminsizliğine yatırım yaparken diğer yandan hükmetmeye çalıştığı şeyin (arzunun) tutsağı olur. Arzusuyla yüzleştikten sonra kendi benliğine dönüş yapamaz, yeni bir bilginin pratiğiyle dönüşemez.

Kırmızı Başlıklı Kız ve Alice Harikalar Diyarında olduğu gibi

Anna Biller,  The Love Witch’in cadılık olgusu ile anlatım içeriğini güçlendirirken, görsel estetikte de farklı bir dil geliştirir. Bu dili az önce bahsettiğim technicolor dönemin renklerini yoğun bir biçimde kullanarak ve 60’lı yılların duygusunu inşa ederek ancak filmin mekân/zaman duygusunun altını çizmeden tasarlar. Mekân, kostüm ve ışıklandırmada özellikle kırmızı rengi yoğun biçimde kullanarak  masallara bir gönderme de yapar. Kırmızı Başlıklı Kız ya da Alice Harikalar Diyarında olduğu gibi yaşamı yeni kavrayan genç bir kadını ve menstrüasyon (regl) dönemini imleyerek kadın üreme/cinselliğine dolaylı bir vurgu yapar Biller. Bir mekân olarak beş çaylarının içildiği Viktoryen çay salonuna hâkim olan yoğun pembe renk de, polis şefi Griff’in referans verdiği Stepford kadınlarına giden yolu süsler yani der ki bize pembe, öğrenilmiş kadınlık rolleri vardır. Evini ve kocasını mutlu etmekten delicesine zevk alan kadınlık halleri…  Bu hal, Elaine’in de kendi cinselliğini bir devrime, bir özgürleşme hareketine dönüştürememesinin önünde barikat gibi dikilir. Eski sinema türleri ile The Love Witch’de 60’lı, 70’li yılların duygusunu kurgulayan yönetmen, cinselliğin konuşulabilir hâle geldiği hatta feminist film pratiğinin ortaya çıktığı o yeni toplumsal ve politik ortama atıfta bulunmuş olmalı pekâlâ.

Anna Biller’ın ürettiği işler, bahsettiğim okumalara tanıdığı olanaklar sebebiyle pek çok akademik sinema dergi ve makalesinde inceleme konusu oldu. The Love Witch’de bu anlamda ileride adını sıkça duyacağımız filmlerden olacak…

 

 

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 15:21:57