Ferzan Özpetek‘in Can Yayınları‘ndan çıkan yeni romanı “Bir Nefes Gibi“nin karakterlerinden Elsa, 23 Ekim 1969’da Adele’e göndermek üzere bir mektup kaleme alır. Kaderle kederin, umutsuzlukla mutsuzluğun akrabalığına dair bu mektup, yıllar önce yolları ayrılan iki İtalyan kız kardeşin ilişkisini ve ortak hüznünü yansıtır. Bu hafta sonu okumasında sizlerle o mektubu paylaşıyoruz:
İstanbul, 23 Ekim 1969
Sevgili Adele,
Sana kaç kez yazmak istedim bilemezsin, ama bir şey bana hep engel oldu. Keder olsa gerek. Evet, keder… Her şeyi anlatan, ama hiçbir şeyi tam olarak açıklamayan bir kelime. Keder ve kader kelimelerinin benzerliğini fark ettin mi? Kaderin insanı nereye sürükleyeceğini benim kadar iyi bilen tek kişi sensin. Eğer seviyorsan her şeye hazırlıklı olmalısın. Fırtınaya ve yıldırıma. Yağmura ve kuraklığa. O duygunun seni nasıl tüketeceğini, nerelere sürükleyeceğini tahmin edemezsin. Ve öyle bir an gelir ki mutlulukla umutsuzluğu birbirinden ayırt bile edemezsin çünkü aşkta biri, diğerinin sebebidir.
Ama artık geçmişi düşünmek istemiyorum. Gitmek, benim için dünyanın en yüksek zirvesine tırmanmak gibiydi: Arkamda bıraktığım her şey küçülüp anlamsızlaşırken, gözlerimin önünde sonsuz vaatler sunan bir ufuk uzanıyor. Sen de denemelisin. Aslında acı tam anlamıyla dinmeyip, ruhunun derinliklerinde bir yerlerde gizleniyor ve zamanla içini garip bir meydan okuma duygusu sarıyor. Bugünlerde
hissettiğim şey bu. Artık masumiyetimi yitirdim ve her gün daha cesur, daha kurnaz ve gerektiğinde daha acımasız olmak için mücadele ediyorum. Ânın tadını çıkarmaya, yabancılarla dolu yeni çevremde, onların dilini konuşarak yepyeni bir hayat yaşamaya hazırım.
İtiraf edeyim, kolay değil. Bazen şevkim kırılıyor, o zaman da umutsuzluk kaplıyor içimi. Kaybettiklerim geliyor aklıma –kaybettiklerimiz– ve koyuveriyorum kendimi. Yatağa uzanıyorum ve kendimi ölüme bırakmak istiyorum. Sonra toparlanıyorum. Ve umudun içimde yavaş yavaş yeniden yeşerdiğini hissediyorum. Geçmiştekinden daha iyi olmasa da en azından daha farklı bir gelecek için. Gözyaşlarımı silip gülümsemeye zorluyorum kendimi. İşe yarıyor:
Ayakta kalmanın en etkili yolunun vurdumduymazlık olduğunu keşfediyorum. Bu yüzden saçmalıklar, flörtler, dedikodularla dolu bir mektuba hazır ol. Eskiden hikâyelerimi dinleyebilen tek bir kişi vardı.
Sen. Çocukken bahçede saatlerce hayal kurardık, hatırlıyor musun? Oysa şimdi sana anlatacak bir dolu şey varken nereden başlayacağımı bilmiyorum.
Belki en iyisi bulunduğum yerden başlamak.
Yaklaşık iki aydır İstanbul’dayım. Bu satırları yazarken, penceremin önünde uçan martıların çığlıkları geliyor kulağıma. Camdan baktığımda, Marmara’nın parlak suları üzerinde süzülüp uçsuz bucaksız metropolün çatılarına doğru kanat çırptıklarını görüyorum. Sokaktan, günlük hayatın cılız sesleri, seyyar satıcıların bağrışları ve araba kornaları duyuluyor. Günbatımında gökyüzü, renkleri sürekli
değişen kadife bir örtüyü andırıyor.
İnanabiliyor musun? İstanbul! En çılgın çocukluk düşlerimizde bile hayatın beni böylesi uzak, doğup büyüdüğümüz çevreyle kıyaslanamayacak büyüklükte bir yere götüreceğini hayal edemezdim. Egzotik ve itici bir şehirle karşılaşacağımı düşünüyordum, ama yanılmışım. İstanbul cömertçe kucak açtı bana, kendimi evimde hissettirdi. Bu büyülü, etkileyici şehir beni tam anlamıyla cezbetti.
Geriye dönüp baktığımda, bir sabah, gün ağarırken, hiçbir açıklama yapmadan, kimseye veda etmeden Viterbo’yu terk eden o mahzun genç kızı tanımakta zorlanıyorum. Evi ilk terk edişim değildi, ama bu gidişin diğerlerinden farklı olacağını biliyordum. Bu kez sonsuza dek gitmiş olacaktım. Yürüyerek istasyona vardım ve kuzeye giden ilk trene bindim. Milano’da aktarma yapıp Venedik’e vardım.
Venedik İstasyonu’nda gişe memuruna en uzağa giden treni sordum. Memur, “Saat 23.00’te 9 No’lu perondan Doğu Ekspresi kalkacak, son durağı İstanbul, Türkiye,” dedi. Sonra bakışlarını kaldırıp ekledi: “Sizin için yeterince uzak mı?”
Firari olduğumu düşündü herhalde. Adaletten kaçan, alelacele ülkeyi terk etmeye çalışan bir suçlu. Aslında çok da yanılmıyordu. Gözlerinin içine baktım ve tek yön bilet aldım. Saat akşam 19.00’du, daha uzun süre bekleyecektim.
İstasyonun kafesine gidip peronlara bakan bir masaya oturdum. Trenlerin biri geliyor, biri kalkıyordu. Kimi yolcular banklarda oturuyor, kimileri gidecekleri yerin düşüncesiyle ağır bavullarını sürükleyerek acele adımlarla yürüyordu. Kafede birçoğu kahvesini ayakta içiyor, bitirir bitirmez koşturuyordu. Benim dışımda, kafenin açık alanında telaşsızca oturan tek kişi vardı. Bakışları hüzün dolu zarif
bir kadın. Sigarasını, bir ucu yüzük gibi parmağa geçirilen halka, diğer ucu minik pens şeklinde altın rengi ince ağızlıktan içiyordu. Gülümsedi ve saati sordu. Sohbet etmek için bahaneydi, belli.
Doğu Ekspresi’ni beklediğini söyledi. Aynı trenle İstanbul’a gideceğimizi öğrendiğinde garip bir tebessüm belirdi yüzünde. İstanbullu olduğunu söyledi. Ardından bir arkadaşını beklediğini ekledi, ama gelip gelmeyeceğinden emin değildi.
“Kader bazen bizi kararsız bir sevgili gibi diken üstünde tutmayı sever. Gelgelelim bekleyiş kavuşmadan daha güzel olabilir: Yeter ki umudu canlı tutmayı bilelim,” dedi gizemle.
Kahvelerimizi içerken birkaç dakika suskun kaldık, sonra ben sormadan akıl almaz hikâyesini anlattı. Gençliğinde son Osmanlı padişahının, imparatorluğun çöküşüyle birlikte kapanan hareminde yaşamış. Özgürlük, çoğu kader arkadaşına zorluklarla dolu bir hayata mahkûmiyet gibi gelmiş. Anlaması zor olsa da, efendilerinin arzularının esiri olan cariyelerin küçük dünyalarında bazı ayrıcalıkları ve sefa sürdükleri bir yaşantıları varmış. Ama o, hayatının aşkını kaybetmesine karşın özgürlüğü kurtuluş olarak görmüş. Kaçmış ve hiç huzur bulamadan bütün Avrupa’yı dolaşmış. Tüm anlattığı buydu. Boş yere beklediği arkadaşının, yitirdiği aşkı olduğunu düşündüm. Sonra birden sözü bana getirdi ve neden kaçtığımı sordu.
Kendimi foyam meydana çıkmış gibi hissettim. Hakkımda ne biliyor olabilirdi ki bu kadın? Sırrımızı bilmesi mümkün müydü? Paniğe kapılacak gibi oldum, ama sonra hemen toparladım kendimi. Şaka yapıyordu sadece. İtiraf edeyim, bir anlığına her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmamak için kendimi zor tuttum.
Hareket saati gelmişti, trenin hangi perondan kalkacağını öğrenmek için masadan kalktım. Döndüğümde yerinde değildi. Etrafa bakındım, ama ardında hiçbir iz bırakmadan, sihirli değnek değmişçesine buharlaşıp yok olmuştu. Bavullarımı aldım, mantomu giyerken elim cebimdeki bir şeye değdi. İnce, metal bir nesneydi. Elimi merakla cebimden çıkarıp baktım: Avucumun içinde, yüzük şeklindeki o garip sigara ağızlığı vardı.
Bunu sana neden anlatıyorum bilmiyorum. Kadının gözlerinde kendi hüznümü gördüğüm için belki. Ya da bizim hüznümüzü…
Elsa’n