Carolyn Christov-Bakargiev metni kurarken hiç riske girmemiş; her şeyden bir damla koymuş… Biraz da bilim tamamdır! Hiç istisnasız 14. Bienal metni, dünya çağdaş sanat tarihindeki en “laf salatası” çerçeve olarak yerini alacaktır.
1996 yılında Alan Sokal adlı solcu bir bilim adamı öğretici bir skandala imza atmıştı. Literatürde “Sokal Vakası”olarak adlandırılan olay yaygın olarak kullanılan bir deyime dönüştü. Sokal, postmodern Kültürel Araştırmalar alanının prestijli bir yayını olan Social Text dergisine "Transgressing the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity ("Aşılan Sınırlar: Kuantum Kütleçekiminin Dönüşümsel Bir Betimlemesine Doğru") başlıklı postmodern jargonu ve düşünceleri bolca kullanan ve önde gelen postmodern düşünürlere bolca gönderme yapan ama aslında tamamen anlamsız ve bilimsel bakımdan uydurma temeller üzerine kurulu bir makale yollamıştı. Dergi makalenin sahteliğinden hiç şüphelenmeksizin olduğu gibi yayınladı. Makaleyle ilgili çeşitli postmodern yayınlarda övgüler yer almıştı. Sokal kısa bir süre sonra Lingua Franca dergisinde makalenin uydurukluğunu açıkladı ve fırtınalar kopuverdi. Özetle Sokal, daha çok postmodernizm içinde değerlendirilen Fransız düşüncesinden kaynaklanan “tekillik”, “görelilik”, “melezlik” veya “belirsizlik” gibi kavramların, inandırıcılığını arttırmak için kuantum fiziğinden ya da bilimsel kavramlardan çöplenmesini göstermek istemişti.
Hedef Lacan, Kristeva, İrigaray, Latour, Baudrillard, Virilio gibi kuramcıların matematik ve fiziğin kavramlarını nasıl kötüye kullandıklarını göstermekti. Yani özetle görelilik ya da belirsizlik için bol miktarda bilimsel kavram sömürüsü vardı. Üstelik bunlar yeni sağın argümanlarını güçlendiren bir yönde Aydınlanma’nın solun evrenselciliğini yıpratarak; “her şey gider” anlayışını imtiyazlandırıyordu. Örneğin makalesinde Sokal, dönemin eğilimine göre “neden kadın ya da Afrikalı bir matematik yok?” diye sorabiliyordu. Ya da Oryantalist bir matematiğin göreliliği bastırması gibi argümanları kullanabiliyordu. Sanki doğru hissi yaratan bir retorik… Bizde Sokal’a öykünerek bir deney yapalım ve hemen yazalım öyleyse: “Ötekinin dilini bastıran, molekiler bir rizomsal enerjiyi soğurarak, kültürel bir entropiye dönüşen büyük grativity. Simular oluş içeri doğru bir Mobius yüzeyini çift katlayan bir okident potansiyeldi… Bu Aydınlanma’nın eril despotizmini yapıbozumuna uğratabilir” Bakın hemen uydurdum bu cümleyi. Nasıl afilli göründü değil mi? Anlamak gerekmiyor…. Sokal aslında bir retoriği ve söylemselliği ifşaa etmişti. Yoksa düşünürlerin katkılarını tümüyle yok saymaya çalışmamıştı.
Bu vakayı neden mi hatırlattım? Bienal tabii ki vesilemiz. Tarih yaklaşınca 14. İstanbul Bienali’nin akıllara durgunluk veren teması tekrar tartışılmaya başlandı. Güncel sanatın söylem ve text bağımlılığını biliyoruz. Neredeyse yapıtı “üzerine binmiş” söylem belirliyor. Defalarca yazdık. Ama bu bienalin metni pes dedirtecek durumda.Carolyn Christov-Bakargiev ‘in küratörlüğündeki isim çok yaratıcı: “TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori “
Hem tuz var hem teori. Örneğin küratörün metninde yaralan şu parağraf beyin kıvrımlarınızı zorlayabilir: “Sanatla birlikte ve sanat aracılığıyla kendimizi neşenin ve canlılığın olasılıklarına adıyor, formlardan, yeşeren yaşama sıçrıyoruz. 14. İstanbul Bienali, TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teorisanatta araştırma ile diğer bilgi türlerini birbirine bağlayan, doğrusal olmayan ve organik formlar vasıtasıyla, çizginin nerede çekileceğini, nerede geri çekilmek gerektiğini ve nelerden faydalanılabileceğini arıyor. Bunu açık bir denizde, yüzey düzken parmak uçlarıyla olduğu kadar sualtının derinliklerinde, katlanmış kodlama katları açılmadan da yapıyor. Altmışın üzerinde sanatçının ve içlerinde denizbilimci, hikâye anlatıcısı, matematikçi ve nörobilimcilerin de bulunduğu diğer katılımcıların çalışmaları, şiirsel olarak dünyayı şekillendiren ve dönüştüren, görünen ve görünmeyen farklı dalga sıklığı ve biçimlerini, su akıntıları ve yoğunluklarını ele alan ve Boğaziçi ekseninde şehrin geneline yayılan bir sergide konumlandırılacak. “
Açık denizde yüzey düzken parmak uçlarıyla olduğu kadar katlanmış katları açılmadan yapmak…
Gerçekten rezillik demek geliyor insanın içinden. Sakın kötü çeviri felan filan demeyin. Bunun argodaki karşılığı çok açık: Laf Salatası! Aslında şaşırmayalım; star küratör Carolyn Christov-Bakargiev, gidebilecek bütün temaları sokuşturuvermiş sepete. Nasıl olsa ne sorgulayan var; ne de basın toplantısında “bu nedir hoca” diyebilecek cesur bir kalem. Nasıl olsa her şey gider! Gideri var…
Durun daha bitmedi; bu paragraf tam da Sokal’ı hatırlatıyor değil mi? “Belki de bir dalga sadece zamandır – bir dalganın yüksek ve alçak noktaları arasındaki farkta duyumsanan his zamanı, dolayısıyla mekânı ve dolayısıyla yaşamı imleyebilir. Örüntüleri; denizaltı sularının ya da rüzgârın örüntülerini, dalgaları tanıyarak, dalgaları görerek kabul ederiz. Bir dalga, nihayetinde düğüm haline gelmeye çalışan bir çizgi olabilir mi ve eğer öyleyse düğüm ne zaman çözülebilir? Bu soruyu fizikçi dostlarıma, fakat aynı zamanda filozof dostlarıma da yöneltiyor ve – en sonunda ve belki de bilhassa – sanatçılara soruyor ve yanıtı onlardan bekliyorum. “
Carolyn Christov-Bakargiev metni kurarken hiç riske girmemiş; her şeyden bir damla… Biraz da bilim tamamdır! Hiç istisnasız 14. Bienal metni, dünya çağdaş sanat tarihi içindeki en “laf salatası” çerçeve olarak yerini alacaktır. Ne diyelim; hem çağdaş sanata hem de bienala bir Sokal Vakası gerekiyor; gelecektir de inanın…
Not: Sokal’ı ve derdini daha iyi anlayabilmek için bkz: Son Moda Saçmalar, Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları, Alan Sokal, Jean Bricmont, İletişim Yayınları, 2002