Korhan Gümüş tarihsel bir perspektifte geçmişi ve bugünü hatırlayarak hatırlatarak yanıtlıyor: Beyoğlu Nasıl Kurtulur? "…önce "kurtarıcılar"dan kurtarmak gerekiyordu Beyoğlu’nu. Çünkü bu “kurtarıcılar” kamu gücünü kullanarak yarattıkları sınıfsal çelişkiyi azınlıklara karşı halkı kışkırtarak örtmeyi, gizlemeyi başarıyorlardı…"
Kurtarmak… Denizde boğulmak üzere olan birini kurtarmak mesela. Peki “kurtarılması gereken” Beyoğlu gibi bir müşterek alansa, bu söz ne anlama geliyor? Kimden "kurtarmak" gerekiyor Beyoğlu’nu? "Beyoğlu bizim ecdadımıza ait değil, yıkılabilir” diyen bir belediye başkanından! Şaşırdınız mı? Şaşırmayın çünkü o tarihlerdeki imar planlarında İstiklal Caddesi’nin bile genişletilmesi öngörülüyordu. (Odakule bu nedenle geri çekilmişti.)
Gene o tarihlerde mimarlık okullarında hala 19. yüzyıl sonu yapılar "azınlık mimarisi" tu kaka ediliyordu.
İşte o tarihlerde Büyükşehir Belediye Başkanı Dalan’a danışmanlık yapan birtakım kelli felli uzmanlar, “Galata’daki binaların tarihi bir değeri olmadığını, bunların bizim ecdadımızın eseri olmadıklarını, semtte yalnızca Galata Kulesi’nin korunmasının yeterli olacağını” söylüyorlardı! Onlara göre şehirde yeni yollar açmak, küçük üreticileri, ticareti kazımak için Tarlabaşı gibi eski mahalleleri yıkmak gerekiyordu. Haliç yıkımları, Tarlabaşı yıkımları siyasal otorite ile bağımlı ilişki kuran bu tanınmış uzmanların icazeti ile gerçekleşmişti. Onlar da yıkımlarla İstanbul’un daha iyi olacağını iddia ediyorlardı. Gene bu uzmanlar bütün meydanları otoyol kavşağı haline getirmeyi, Taksim projesi gibi uygulamalar yapılmasını öneriyorlardı!
Demek ki önce "kurtarıcılar"dan kurtarmak gerekiyordu, Beyoğlu’nu. Çünkü bu “kurtarıcılar” kamu gücünü kullanarak yarattıkları sınıfsal çelişkiyi azınlıklara karşı halkı kışkırtarak örtmeyi, gizlemeyi başarıyorlardı. Nitekim zamanın Mimarlar Odası Başkanı Yücel Gürsel “Beyoğlu Nasıl Kurtulur?” başlıklı belgeselde bir mimar olarak Tarlabaşı yıkımlarına karşı çıkarken yıkımları, yağmayı durdurmak için iktidarın değişmesi gerektiğini söylüyordu. Ama Dalan geri adım atmak şöyle dursun yıkıma önce mahkemeye başvuranlardan başlıyordu!
Bu sorunun doğru cevabı ise hemen yakınında, aynı tarihlerde, Galata yıkımlarına karşı gerçekleşen geniş katılımlı ve Dalan’a geri adım attıran büyük direnişte görülüyordu. Dalan ilk defa halkı, hatta İstanbul’u karşısında görünce korkmuştu! Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Seçimleri kaybetti. Oysa yıkım sırası Galata’ya geldiğinde, çoğu duyarlı insan umutsuzdu. Dalan’a direnmenin imkansız olduğunu, basının, halkın onun arkasında olduğunu söylüyorlardı.
Tarlabaşı yıkımları sırasında son bir çare olarak dozerin önüne yatmıştık. Dozer operatörünün inip başıma attığı yumruk nedeniyle bayıldığımı hatırlıyorum. Bu adam bizi herhalde işini gücünü engelleyen bir avuç züppe solcu gibi algılıyordu. (Aynı Gezi’de ağaçların kesilmesi için operasyonu yöneten emniyet müdür yardımcısının bir taraftan gazlama emri verirken sonunda dayanamayıp yanımızda bitip söylediği gibi: Bizim kültürümüz farklı, biz anlamıyoruz değil mi?)
Koskoca kurumların yöneticileri Dalan’ı durdurmanın imkansız olduğunu, Galata’da direnmenin beyhude olduğunu bize söylüyorlardı. Peki neden Galata’da sonuç öyle olmadı?
Dalan neden geri adım atmak zorunda kaldı?
Bazen doğrudan iktidarın sembolik alanına taşınmayan mücadeleler daha sınıfsal bir özellik taşıyabiliyor, her kesimden ezilen, dışlanan insanları içine alabiliyor. Zaten otoriter iktidarların halka kabul ettirmeye çalıştığı şey hep karşı çıkanların tuzu kuru solcular olması.
Bu nedenle Galata direnişi gibi muazzam bir direniş de aynı Gezi direnişi gibi sürekli kutuplaştırma rejiminin içine taşınmaya ve karanlığa gömülmeye çalışıldı. Galata direnişi çok geniş bir kitleyi harekete geçirdi. Kimler yoktu direnişe destek verenler arasında? İstanbul oradaydı. Dalan’ın yıkmak istediği binaların üzerinde yer alan slogan anlamlıydı:
“İstanbul tarafından korumaya alınmıştır.”
Yıkımlara karşı direniş bir şenliğe dönüştü. Yazarlar, müzisyenler, sanatçılar bütün İstanbul günlerce sokakları, caddeleri doldurdu. Yıkılacak evlerden, caddelere yayılan ve günlerce süren bir cümbüş başladı. Daha önce yıkımlara karşı direnişlere yer vermeyen, ya da Dalan’ın yanında yer alan gazeteler yön değiştirdi. Birinci sayfadan Galata haberleri vermeye başladılar. Direniş bütün İstanbul’a, Türkiye’ye yansıdı. Tıpkı ondan sonra halka mal olan ve başarıya ulaşan bir çok bağımsız girişim gibi: 3. Köprü, Taşkışla, Gezi-Taksim, Park Oteli, Narmanlı, Emek, Tünel, Okmeydanı… BM Zirvesi (96) öncesinde Kürt köylerinin yakılmasına ve zorla tehcire karşı sivil toplum hareketi… ve daha nice direniş.
O zaman soruya cevap vermek için belki de bugün üzerinden ıslak süngerle geçilen, unutturulmaya çalışılan, kutuplaştırıcı siyasetin şiddeti ile bastırılan ama şehrin enerjisini harekete geçiren, herkesi kucaklayan bu "sınıfsal perspektifi" yeniden keşfetmeye çalışmak gerekiyor. Kalıplaşmış siyaset karşıtlığı içinde üzeri örtülen, bastırılan sınıfsal, tabana dayanan hareketlerin gözü dönmüş iktidarları nasıl korkuttuğuna bakmak!
O tarihlerde iktidarla birlikte hareket eden bu borazanlar kültürel mirasın korunması fikrini halka karşı bir şiddet aracı haline getiriyordu. Halk bu yüzden koruma denen kavramın kendi gelişmesini, zenginleşmesini, söz hakkını engellemek için üretildiğini zannediyordu. Kendisi çivi çakamazken, ayrıcalıkla yatırımcılar, çıkar grupları, bu işlerden nemalanan aracılar Beyoğlu’nda istedikleri gibi at oynatıyorlardı. Bu yüzden iktidar, halkın desteğini aldığını düşünüyor, keyfine göre istediğini yapabiliyor ve Beyoğlu’nu bir boşluk olarak görüyordu.
Koru-ma uygulamaları, prosedürleri, kurumları, seksiyonları… toplumu tasarlama idealleri üzerine inşa edilmiş bu hayüla önce adlandırıcı bir otorite olarak şehri yaşama, farklı deneyimlere, düşüncelere açık olmayan “non-urban” bir boşluk (1) haline getiriyor, sonra bu boşluk piyasa güçleri tarafından işgal ediliyordu.
Oyunun kuralı buydu: Halkla, bağımsız gruplarla iş yapan çıkar grupları arasında bir asimetri oluşturmak. Yıllardır bu çok bilmiş koru-macı uzmanlar, kurullardan kolay geçsin diye isimlerini “danışman” olarak sattıkları projelerle, çıkar gruplarıyla kol kola Beyoğlu’nda ve şehrin değerli yerlerinde istediklerini yapabileceklerini zannediyorlardı. Karşımızda müteahhitler, profesyoneller, uzmanlar, yatırımcılar… Bir de belediyeler, şirketler ile çıkar ilişkisi olan ahbap çavuşlar. Halkla ilişkilerciler, plancılar, mimarlar….
Karşımıza nasılsa saf numarası yapanlar çıkıyordu, hep. Ayrıcalık sahipleri ile halk arasındaki eşitsizliği yaratan buydu. Kamu yapıları, kamu alanları, kıyılar hatta üniversiteler… bu sayede yaşamdan koparılarak otel, AVM, rezidansa dönüştürülmek isteniyordu. Ama başaramadılar.
Taşkışla otel olmadı.
Galata yıkılmadı.
Gezi daha önce olduğu gibi parçalanarak inşaata açılamadı.
Park Oteli, Hyatt Regency yükselemedi.
Gökkafes bile bir dolu belden aşağı vuruşa rağmen hlakı karşısında görünce "sarsıntı" geçirdi.
Okmeydanı halkı örgütlenip, beşbin kişiyle belediyenin karşısına dayanınca yıkımlardan vazgeçildi…
Gezi’nin içine oteller diken, Taksim’i otoyol kavşağına çevirmeyi amaçlayan ve insanların ölümüne yol açan, semtteki tek yeşil alanı, Roma Bahçesi’ni imara açmaya çalışan, belediyelere süslemeli koruma projeleri hazırlayan, siyasetçiler ve şirketlerle kolkola çalışan bu projeci uzmanları kimse sorgulayamıyordu. Göz boyacılık gibi işlerde maharetleri çok büyüktü. Üstelik bir de sanki Haliç kıyılarını yıkıp yok etmek, Taksim’e AVM, oteller dikmek, dalış tünelleri yapmak, Tepebaşı gibi bir meydanı otoparka çevirmek, Demirören AVM gibi uyduruk işler yapmak siyasetçilerin işiymiş gibi gösteriyorlardı. Bu zevatın bin bir emekle gerçekleştirilen bağımsız AKM inisiyatifini kamu gücüyle ezip, onca emeği harcaması, Tayyip Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmesi de unutulmamalı.
Evet, Beyoğlu nasıl kurtulur?
Halk adına doğruyu ve yanlışı bilen kurtarıcılarından kurtulduğunda! 2000’li yıllarda zannedersem, hatırlayanlar vardır, “koru-macı” üniversite profesörleri tarafından “Güzel Beyoğlu” diye saçma sapan bir proje hazırlanmıştı, Beyoğlu için.
Kurtarıcılardan nasıl kurtuluruz?
Şehre yapılan müdahalelere karşı çıkarken ne zaman başarılı oldu, ne zaman mücadele kaybedildi, bunun bir muhasebesini yapabildiğimizde.
Çünkü onların kamu gücünü, iktidar alanlarını kullanarak farklı sesleri bastırıyorlar. Geçmişi, hatta Gezi’yi bile basitçe bir karşıtlık biçimine indirgeyerek karanlığa gömmeye çalışıyorlar.
1987 yılında örneğin imkanı yok başarılı olamazsınız diyen kuruluşların yöneticilerine rağmen Galata yıkımlarının halkla birlikte direnerek engellenmesi, 99 depremindeki devletin işlevini göremez olduğu koşullarda yönetim işlevlerini üstlenen bağımsız eş güdüm hareketinin, 90’lı yılların ortasında B.M. zirvesinden yararlanarak, küresel ölçekte çok geniş bir sivil platform örgütlenmesinin, Kürt köylerinin yakılmasına, zorla tehcire karşı devlet politikalarını etkileyen hareketin, ya da Park Oteli, Narmanlı, Emek, Tünel Meydanı, Okmeydanı gibi yıkımları engelleyen sivil hareketin katılım alanını genişletmesi, “halk adına neyin iyi olduğunu biz daha iyi biliriz” diyen bu “uzmanlık muhalefeti” olmaktan çıkarması etkili oldu.
Darbeden sonra mekan, çevre, insan hakları politikaları ile ilgili bir dolu girişim oluşmuştu. (Bugünün de koşulları biraz 12 Eylül koşullarına benziyor.) Sendikalar, meslek örgütleri, bildiğimiz STK’lar dışında, farklı tipteki (Yeşil Dayanışma, Sivil Koordinasyon, İnsan Yerleşimleri Zirvesi Evsahibi Komitesi, Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi, AKM inisiyatifi, semt dernekleri ağı… gibi) oluşumlardı bunlar. Bu girişimlerin temel özelliği Türkiye’deki milli rejimin içindeki kutuplaştırıcı zeminde değil, farklı bir zeminde yer almalarıydı. Bu girişimler az iş başarmadılar.
80’li yılların ortasında Dalan’ın yıkımlarına karşı en geniş katılımlı direnişleri örgütlediler ve çoğu yerde gözü dönmüş yönetimi engellediler. Darbeden önce bu tür önemsiz konularla “devrim yaptıktan sonra ilgileniriz” diyen “siyasal kişiler”in uğraşı doğal olarak ya bir an önce diploma alıp ya bürokrasiye, ya da piyasa ilişkilerine kaymıştı. Onlar için sorun önce bir iktidar meselesi olduğu için bu tür “uygulamalı” konular ilgilerini çekmiyordu. İktidarı merkeze alan bir yaklaşımla, araçsallaştırıcı bir bakışla yaklaşıyorlardı.
Bu iktidar gücünün, darbeci generallerle işbirliği yaparak 28 Şubat sürecinde nasıl AKP iktidarına hizmet ettiğini hep birlikte gördük. Bu mesele konuşulmadıkça, üzeri örtüldükçe, insanları nesneleştiren mekan politikalarının semantiği içinde kalındıkça, yani siyaset merkezi sembolik alanda tanımlandıkça “piyasa diktatörlüğü” ile baş edilebileceğini zannetmiyorum.Karşımızda artık kamu yok. Kamu kılığına girmiş ayrıcalık sahipleri var. Peki kamunun piyasa güçleri tarafından ele geçirilmesini sağlayan ne? Kamu kararlarının içeriğini oluşturan plan-proje gibi deneyimsel çalışmaların, yani “bilgi” dediğimiz şeyin bağımlı olarak gerçekleşmesi. Çünkü Türkiye’ye özgü neo-liberal şehirciliğin birbirine zıt işliyor gibi gözüken iki temel matrisi var:
Birincisi kendi kamu yararını temsil eden bürokrasi ve ayrıcalıklı uzmanlar eliti.
Bu elit tekelci mekanizmalar içinde ve kapalı kapılar ardında kararlar üretiyor ve şehri piyasa güçleri tarafından kolayca işgal edilebilecek (non-urban) bir boşluk haline getiriyor. Onlar işlerini bitirdikten sonra, sıra bu koalisyonun diğer ortağına geliyor. Ayrıcalıklı piyasa aktörleri ise bu boşluğu projeler ile dolduruyorlar. Merkezi yönetim ise ipleri elinden kaçırmamak, siyasal patronajını korumak için bu yağmayı yukarıdan düzenliyor.
Türkiye’de şehirle ilgili muhalefetin karakterini belirleyen genellikle bu iki elit arasındaki iktidar paylaşımı mücadelesine yaslanıyor. Bu yüzden karar süreçlerinde bir asimetri ortaya çıkıyor. Otoriter iktidarlar siyasal pratiklerin ürettiği sınıf asimetrisini kolaylıkla karşıtlığa dönüştürmeyi başararak haksızlıkların üstünü örtmeyi başarıyorlar.
(Devam edecek)
Not: 1. Frederic Jameson, “Geleceğin Kenti” sayfa 249, New Left Review2003 Türkiye Seçkisi