Anders Veiel imzalı Beuys, çığır açan sanatçıyı 67. Berlin Film Festivali’nde beyazperdeye taşıdı.
“Just like Hollywood”… Beuys’de filme adını veren avant-garde Alman sanatçının ağzından ilk duyduğumuz söz bu. Döneminde sanat aleminin starı olan Joseph Beuys’ün kamerayla arası iyiydi kuşkusuz! Performans kayıtları sayesinde bugün de onun işlerini izleyebiliyoruz. Ancak bu açılış ‘repliğinin’ aksine Beuys Hollywood ve genel olarak Batı sinemasında örneklerine rastladığımız, hemen hepsi aşırı dramatize edilerek kişisel bir meseleye odaklanan kurmaca sanatçı portrelerinden tamamen farklı. Alman sinemasının ödüllü yönetmenlerinden Andres Veiel’in derlediği arşiv görüntülerini röportajlarla desteklediği, 67. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan Beuys, nesnel bir çalışma. Hakkında yüzlerce makale ve onlarca kitap yazılmış ünlü sanatçının yapıtlarını analiz etmeyen, bu işi izleyiciye bırakacak kadar bilgi veren bir belgesel.
Beuys, 20. yüzyılın ikinci yarısında sanat anlayışı ve politik tavrıyla büyük tartışma yaratan, eserleri ve kişiliğiyle çığır açan bir sanatçı. “Herkes sanat yapabilir” argümanının etkisi, kendisini bir şaman olarak görmesi, bugün de sanat dünyasında hissedilmeye devam ediyor. Doğrudan politika yaparak, Yeşiller Partisi’nin kuruluşunda önemli rol oynayarak, panellere katılıp işleri hakkındaki tartışmalara taraf olarak, eleştirilere mizahla cevap vererek cephede kan ter içinde savaştı. 2. Dünya Savaşı’ndan uçağı düştüğü halde sağ kurtulan gerçek bir savaşçı olduğu gerçeğinin de altını çiziyor, Beuys belgeseli. Mücadelesinden ders verdiği okullarda da vazgeçmeyen, akademiyi birbirine katan, kovulduğunda öğrencilerinin protesto eylemi düzenlediği bir öğretmen olması da filmin vurgu yaptığı yönlerinden biri.
Beuys, heyecan yaratan, sanatseverlerin birbirine hararetle tavsiye edeceği ve sanatçı hakkındaki tartışmalara taraf olan bir film değil. Gerçek anlamda bir belgesel. Karizmatik kişiliğinin, politik kimliğinin ve çığır açan ‘sanatının’ o çok tartışmalı yönlerini sergilemekle yetiniyor. Sinematik açıdan daha canlı, daha renkli, daha eğlenceli olabilirdi… O zaman daha keyifli izlenirdi ama ne kadar etik olurdu bilinmez. İzleyiciyi manipüle etmeden arşiv malzemesinden ve röportajlardan etik açıdan sağlam bir iş çıkarıyor. Bir güzel sanatlar akademisinde öğrencilere Beuys’ü hemen her yönüyle tanımaları için gösterilebilir…
Böylesi daha iyi
Hollywood usulüne dönecek olursak: Stanley Tucci imzalı Final Portrait’deki Giacometti karikatürizasyonundan sonra Beuys’e bakınca böylesi çok daha iyi demekten kendini alamıyor insan! Beyazperdedeki sanatçı biyografilerinin neredeyse tamamında ruh hali delilik sınırında ya da o sınırı çoktan aşmış, gönül ilişkileri marazi, kendini ve eserlerini yok etmeye eğilimli kişilikler olarak betimlenmesine bu filmde rastlamıyoruz.
Beuys, bize Beuys’ü kendi ağzından, kendi gözünden, kendi eserlerinden anlatıyor. Documenta için yaptığı 7000 meşe dikme projesini, Amerika’nın köksüzlüğünü bu kıtaya özgü türlerden bir çakalla yaptığı American Coyote performansını ve başka pek çok avant-garde işini kısıtlı süresi içinde sergiliyor. Bunların üstüne söylenebilecek yeni söz var mıdır? Belki evet, belki hayır… Andres Veiel ise bunu yapmamayı özellikle tercih etmiş. Az sayıdaki mülakatta Beuys’ün yakın çevresinde bulunmuş olanlar onunla ilgili kişisel bilgiler paylaşıyor, ruh halini ve sağlığını, çocukluğunu ve ailesiyle ilişkilerini anlatıyor.
RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) Alman yazar ve yayıncı Bernward Vesper ile ilişkisini konu alan Wer, wenn nicht wir (Biz değilsek, kim) adlı 2010 yapımı ilk uzun metrajlı filmiyle Berlinale’de Alfred Bauer Ödülü kazanan Andres Veiel, Almanya yakın tarihinin bir başka devrimci kesitini de gözler önüne sermiş oluyor Beuys ile.