Şehirler yükselirken hafıza silinir mi? Yıkımın ardında sadece enkaz mı kalır, yoksa geçmişin izleri yeni biçimlerde var olmaya devam eder mi? Diyarbakır’da Merkezkaç Kolektif Mekanda 08 Şubat – 05 Mart tarihleri arasında gerçekleşen Eren Kara’nın Günebakan sergisi, modernleşmenin dayattığı betonlaşmaya karşı doğanın ve hafızanın direncini sorguluyor. Yıkımın ortasında beliren ayçiçekleri, yalnızca doğanın inatçı varlığını değil, insanın hatırlama ve yeniden inşa etme gücünü de simgeliyor. Walter Benjamin’in tarih meleği gibi, biz de Günebakan sergisi ile yıkıntılara bakarken, bu enkazdan nasıl bir gelecek yaratabileceğimizi düşünmeye davet ediliyoruz.
Bir sabah uyanıyorsunuz. Pencereden baktığınızda ufka uzanan gri bir doku görüyorsunuz. Nehirler gibi akmayan yollar, sert ve sönük bir gökyüzü, toprağı örtünmüş sonsuz beton. İnsan eliyle inşa edilen bu düzen, bağımsız ve devasa bir canlı gibi; sürekli genişleyen, her yeri kaplayan, organik olana tahammül edemeyen bir mekanizma.
Tam o gri dokunun ortasında sarı bir parıltı beliriyor. Yüzünü güneşe dönmüş bir ayçiçeği…
Geçtiğimiz günlerde sona eren Diyarbakır’da Merkezkaç Kolektif mekanında görülen Eren Kara’nın “Günebakan” sergisi, modern kent mimarisinin ve inşaat furyasının karşısında adeta bir direnç olarak beliriyor. Beton bloklar, devasa iş makineleri, yıkım sahneleri—malumunuz bunlar bize tanıdık imgeler. Ancak Kara’nın kompozisyonları, yalnızca bu imgeleri tekrar etmekle kalmıyor, onların kurgulanma biçimleriyle de izleyiciye farklı bir okuma alanı sunuyor.
Yaşadığımız coğrafya gereği yüzümüzde tebessüm ve umuda yer kalmıyorken, ironik bir tutum takınan Kara’nın resimleri, bize verilmiş gerçeklerin içinde umut alanlarını yaratma peşinde koşuyor. Eh madem umuda bir göz kırptık, umutsuzluktan umut devşiren “sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir” sözüyle Walter Benjamin’i hatırlayalım. Lakin bu söz tam anlamıyla ‘Günebakan’ sergisinin ruhuna denk düşmekte. Benjamin’in meşhur tarih meleği metaforu, geçmişin yıkıntılarından bir gelecek yaratmaya çalışan insanın trajedisini gösterir. Benjamin, Paul Klee’nin Angelus Novus tablosunu yorumlarken meleğin yüzünü geçmişe döndüğünü, gördüğü şeyin ise ardı ardına yığılmış yıkıntılar olduğunu söyler. Oysa ki ilerlemek zorundadır; rüzgar onu durmaksızın geleceğe doğru iter. Günebakan sergisi de tam olarak enkazın içinde ilerlemeye çalışan bir rüzgarın etkisini hissettiriyor. Yıkım kaçınılmaz görünüyor, ancak ayçiçekleri geçmişin toprağında köklenerek geleceğe uzanıyor.
Kara’nın tuvallerinde beliren yıkım sahneleri, izleyiciyi baskılayıcı bir atmosferin içine çekerken, yıkımın içinde beliren ayçiçekleri bir kaçış ve bir umut alanı yaratıyor. Sanatçının, iş makinelerinin tam da bir yıkım üzerinde konumlandığı anları yakalaması, modern kent oluşturma rüyasının insan ve doğa arasındaki bağları nasıl kopardığını, insan ve doğayla bağların sadece fonksiyonel alanlarla sınırlı kaldığını hatırlatır. Bu çerçeve üzerinden; “Doğa, sadece tüketilmesi gereken bir nesne mi?”, “ Yıkılan ve yeniden yapılan her yapı, bizi yaşamdan biraz daha uzaklaştırıyor mu?” soruları tartışmaya açılabilir.
Sanatçı, bu soruların cevabını bize bir metaforla veriyor: Ayçiçeği. Köklerini toprağa salan, inadına yaşamayı seçmişcesine betonun arasından fışkıran, güneşe yüzünü dönen bir bitki. İnşaat makinelerinin işgaline rağmen filizlenmeye devam eden bu sarı çiçek, insanlığın içgüdüsel olarak doğayla kurduğu bu bağı hatırlatıyor.
İnsan-doğa ilişkisinde ekosentrik etiğin ilkelerini benimseyen Derin Ekoloji akımının ilk öncülerinden Henry David Thoreau’nun Walden kitabında da söylediği gibi: “Güzel olan her şeyin yok olduğu dünyada, betonlaşmaya karşı bir direnç göstermeliyiz.” Kara’nın eserleri tam da bu direncin bir parçası. Bizi, doğanın bir görsel fon olmaktan çıkıp yaşayan, sürekli dönüşen ve direngen bir varlık olduğumuzu hatırlamaya davet ediyor.
İçinden geçtiğimiz şu günlerde hafızamızın da doğa gibi, katmanlar altında kaldığını bilsek de her yıkımın içinde yeni bir filizlenmenin mümkün olduğunu hatırlatan ayçiçekleri, aynı zamanda yıkılan her hikayenin yeniden anlatılma ihtimalini içinde barındırıyor. Bu şekliyle Günebakan, yalnızca doğanın direncini değil, aynı zamanda belleğin inatçı varlığını da görselleştirir. Adeta hatırlamanın yeni bir biçimi olarak karşımıza çıkar.
Peki, biz izleyiciler, “gri duvarlar arasında hangi renkleri görebiliyor ya da hatırlayabiliyoruz?”