Berlin’in orta yeri sinema / Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama / El film çeker, beğenirmiş, bana ne? / Festival’im boynuna vebalim // Almanya’da, Berlin’deyim / Bir garip eleştirmen / Sanatatak yazarı / Tarifsiz kederler içindeyim
Mübalağa mizahın gereği ama 75. Berlin Film Festivali’nde beni yazmak için motive eden pek az film izlediğimi itiraf etmeliyim. Bu yılki yarışma seçkisinin beşinci gününe kadar yeterince heyecan verici ve sinema dünyasının üzerinde her anlamda birleşeceği nitelikte filmler izleyemedik. Belli ki asıl cevherler yarışma dışı bölümlerde radar altında kaldı, onları yıl içinde keşfedeceğiz.
Bu yazıyı yazarken henüz Radu Jude’nin Continental 25 filminin basın gösterimi yapılmamıştı ama Richard Linklater’ın Blue Moon’unu keyifle izledik. Onu ayrı bir yazıda ele alacağım. Kederi mizaha bulayıp keyif veren filmlere odaklanayım.
Sıra dışı aile öyküleri
Brezilya yapımı O Ultimo Azul’dan (Son Mavi) sonra bir başka Güney Amerika yol filmi festivale duygu ve kalite kattı. Bu kez totaliter bir rejimden kaçmasa da toplumsal konvansiyonlardan ve yerleşik düzenden -zorunlu ya da gönüllü olarak- kaçınan karakterleriyle ve siyah beyaz şiirsel görüntüleriyle beni etkiledi. 2010 Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış bölümüne seçilen Arjantin yapımı Los Labios (Dudaklar) adlı filmiyle tanıyıp sevdiğimiz Ivan Fund imzalı olması hiç şaşırtmadı. Venezuela’da doğup büyüyen, Buenos Aires’e taşınıp görüntü yönetmenliği yapan Ivan Fund, El Mensaje’de (Mesaj) özgürlüğü bir mülke, bir işyerine, elle tutulur bir üretime bağlanmadan yaşamakta bulmuş sıra dışı bir ailenin öyküsünü anlatıyor.
Süt dişleri dökülmeye başlayan Anika, isimleriyle hitap ettiği Myriam ve Roger ile birlikte bir karavanda yaşayan, ölü ya da diri hayvanların ruhlarıyla telepati kuran bir tür medyum. Internet, yerel televizyon kanalları ve el ilanlarını kullanarak hasta ya da kayıp evcil hayvan sahiplerinin ihtiyaçlarına karşılık veriyor. Böyle bir ‘hizmet’in verilmesi, hele hele yedi yaşında bir çocuk tarafından verilmesi muhtemelen yasal olmadığından, Arjantin taşrasında tarlalar arasındaki şoselerde sarsıla sarsıla yol alan bir karavanda yaşıyor bu sıra dışı aile. Gece gündüz yol alıyor, sadece yol kenarlarında konaklıyor ve müşterileri dışında kimseyle sosyalleşmiyorlar… Ancak, bu sıra dışı aile birbirlerine karşı son derece sevecen, Anika’nın çocuk işçi olarak sömürülmesi, olumsuz bir işe alet edilmesi söz konusu değil. Myriam, Anika’nın aileden gelen Allah vergisi bir yeteneği olduğuna inanıyor ya da kendini inandırmış, Roger muhasebe ve şoförlük işini üstleniyor. Film yaz mevsiminde geçtiği için bu bağımsız hayatın ve işin okullar açıldığında sona ereceğini kestirebiliyoruz. Şarlatan değiller, özetle…
El Mensaje bir dünya yaratmayı başaran filmlerden, derdini sözle değil görüntüyle anlatıyor. Biraz daha kısa olsa ve filmin şiirselliğiyle çelişecek kadar baskın bir özgün bestenin yerine sessizliği ya da iki kez duyduğumuz Pet Shop Boys şarkısı You are always on my mind misali izleyiciyi de coşturan diyejetik müzik kullanmayı tercih etse çok daha etkileyici olurdu.
Her şeyi bilen ergen
Ana yarışmadan ziyade Forum ya da Panorama’ya yakışacağını düşündüğüm Was Marielle weiß (Marielle’in Bildikleri) sadeliği, doğrudanlığı ve dürüstlüğüyle öne çıktı. İlk filmi Modell Olimpia 2020 Kiev Molodist Film Festivali’nde yarışan Frédéric Hambalek imzalı Was Marielle weiß, Alman sinemasının tanınmış oyuncuları Julia Jentsch ve Felix Kramer’in yanı sıra önemli bir yardımcı rolde Türk asıllı Mehmet Ateşçi’nin performansıyla öne çıkıyor. Genç oyuncu Laeni Gaeseler ise her ebeveynin kabusu bir ergen portresi çiziyor.
Hambalek’in burjuva ahlakının ikiyüzlülüğüne yaklaşımı Haneke soğukluğuyla Chabrol alaycılığı arasında bir tonda. Filme adını veren Marielle, o… diye hakaret ettiği arkadaşı ona bir tokat attıktan sonra annesiyle babasının her yaptığı ve konuştuğu zihninde yankılanmaya başlayan bir ergen, canlı bir telepatik kayıt cihazı. Çocuklarını dürüst ve ilkeli olmak, yalan söylememek, küfür edip sövmemek vs. üzere yetiştiren, bir yandan da onların ne yaptığını, kiminle olduğunu her daim bilmek isteyen ebeveynlerinin foyasını ortaya çıkarıyor. Aslında kendilerinin ne kadar yalancı, hilekâr, ağzıbozuk ve kontrolcü olduklarını, birbirlerini sevdikleri konusunda bile samimi olmadıklarını fark etmelerini sağlıyor. Tersine çevrilen ve önlenmesi mümkün olmayan bu zihinsel kontrol mekanizması, Büyük Evlat sizi gözetliyor modeli, sterilize aile kavramını yerle bir ediyor. Özellikle anne-kız ilişkisindeki gerilimi çarpıcı biçimde ele alıyor. Hambalek, Marielle’in durumunu sadece bir metafor, bir bahane olarak kullandığı için filmin sürreel, fantastik bir boyutu yok. Aksine son derece gerçekçi, biraz da ahlakçı biçimde insan egosuna ve ilişkilerine odaklanan bir komedi yapmayı tercih etmiş. Kısa, ritmik, kolay izlenen ve meselesine odaklı bir film yapmış.
Ne Amerika ne Dominik
Mad Bills to Pay (or Destiny, dile que no soy malo), bu yıl ilk kez yapılan Perspektifler yarışmasından izleyebildiğim her yönüyle tutarlı ve duyarlı bir film. Sundance’te dünya prömiyerini yapan filmin bütün oyuncu kadrosu NEXT Jüri Özel Ödülü kazandı. Film, New York, Bronx’un Dominik kökenlilerin çoğunlukta olduğu bir semtinde ve Orchard Plajı’nda geçiyor. Yönetmeni Joel Alfonso Vargas bu filmi Locarno Film Festivali’ne seçilen ve kendisine Geleceğin Leoparı bölümünde En İyi Yönetmen ödülü kazandıran Que te vaya bonito, Rico adlı kısa filmini geliştirerek yaptı.
Ana yarışmadakiler dahil birçok filmin aslında kısa metrajlı olması gerekirken yinelemelerle uzun metraj süsü verilmesine tanık oluyoruz… Mad Bills to Pay (or Destiny, dile que no soy malo) gibi bir filme denk gelmek bağımsız sinemaya inancımızı tazeliyor.
Yönetmen Vargas, bütün sahneleri bel planda sabit kamerayla çekerek son derece duygusal olabilecek, hatta melodrama dönebilecek bir öyküyü dengelemiş. Bunu hem bir stil tercihi hem de düşük bütçeli bir yapımda ekonomik bir çözüm olarak uygulamış, belli ki… Annesinin geçindirdiği evde, lise öğrencisi kız kardeşiyle birlikte yaşayan, evde imal ettiği meyveli kokteylleri ve çerezleri plajda satarak, kazandığı parayla da içki ve ot içerek yaşayan 19 yaşındaki Rico’nun 16 yaşındaki Destiny’yi hamile bırakması üzerine sorumluluk alma hamlelerine odaklanıyor bu film…
Ne Amerika ne Dominik olabilen bir mekânda ne Amerikalı ne Dominikli olan ve ne İngilizce ne İspanyolca konuşan karakterlerin arada kalmışlığı filmin en çarpıcı yanı. Mimarisiyle, hayat tarzıyla, halkıyla sanki New York’un bir parçasında değil de bir adada ya da bir kıyı kasabasında yaşıyor gibiler. Öte yandan bir getto da değil burası… Babasının terk ettiği Rico’nun baba olma isteği ve ısrarıyla, annesi ve anneannesinden uzak kalan Destiny’nin korkularını, hallerine bakmadan anne baba olma planlarını onları yargılamadan, son derece gerçekçi biçimde anlatıyor, Vargas. Bir yandan da aile kavramını, sevgi ve güveni sorguluyor. Yoksulluk, eğitimsizlik, göçmenlik, yasa dışı da olsa bir çıkış ve geçim arayışı etrafında dönüyor bu film.