Bu yıl Berlinale’de nedense bütün filmler fazlasıyla geveze. Söz, görüntüyü bastırıyor. Kurmacalar edebiyat uyarlaması değil doğrudan edebiyat okuması, belgeseller de geri kalmıyor, onlardan.
Festivaller filmleri değerlendirmek için hem en ideal hem en uygunsuz platformlardır! İdealdirler, çünkü ister film endüstrisinden biri olsun ister bir eleştirmen ister izleyici, sadece sinemaya odaklanır, sinema yiyip sinema içer onlarca filmi bir arada izlerken kıyas yapma olanağı bulur… En uygunsuz platformlardır, çünkü filmler üst üste yığılır, izleyen hem fiziksel hem zihinsel açıdan yorgundur, tahammül ve dikkat seviyesi düşer… Her iki durumda avangart ya da deneysel filmler en dezavantajlı konumdadır. Hak ettikleri gibi değerlendirilemezler.
Berlin Film Festivali’nin yarısını geçtik, herkeste yorgunluk ve bezginlik belirtileri başgösterdi. Alexander Kluge ve Khavn’ın birlikte yönettiği envai çeşit görsel efekt kullanılmış canlı aksiyon, çizgisinden stop motion’ına bolca animasyon ve klasikten hard rock’a her türde müzikle dolup taşan, Encounters bölümünde yarışan Orphea’yı gece vakti izlemek hiç de kolay değildi… Mitolojideki en dokunaklı aşk öykülerinden Orfeus ve Evridiki’yi cinsiyetlere yer değiştirerek Orphea ve Evridiko’ya çeviren bu yeraltı sineması örneği kelimenin tam anlamıyla gözleri yuvalarından fırlatıyor! Filmin yazı ve imge bombardımanına bir de sosyo-politik mesajlar eklenince yer yer oldukça ilginç ve çarpıcı olabilen ama sık sık ana temasından kopan, renk cümbüşünü karanlık ve bulanık planlar içinde boğan, iyi buluşlarla tam izleyiciyi saracakken Filipinler’de erotik klüplerde erotizmden nasibini almamış dans sahneleriyle bayağılaşan bir film Orphea. Tarzındaki anarşi tavrındaki anarşiyi aşıyor…
Bilinçaltının sınır tanımayan coğrafyası
Abel Ferrara’nın Altın Ayı için yarışan Siberia adlı filmi de kendi kategorisinde aşırılıklardan medet uman bir film. Marjinal ama anarşik değil. Bilinçaltının sınır tanımayan coğrafyasında gezinen ve bu gezintiyi Sibirya’dan çöle, mağaradan ormana somutlaştıran Freudyen bir yolculuk. İnsan belleğinin tuhaf oyunlarına açık, hayatta kalma dürtüsüne tutunan, suçluluk duygusuyla, arzularla, pişmanlıklarla, korkularla boğuşan kendine ve sevdiklerine yabancılaşmış bir erkeğin bilinçaltını perdeye yansıtan bir film.
Willem Dafoe, altından kalkamayacağı rol olmadığını çoktan kanıtlamış bir aktör ve Siberia’da da izleyicinin bakışını perdeye kilitleyen en önemli faktör! Kızak köpeklerinin yoldaşlığında Sibirya soğuğunda hayata tutunan kayıp ve donmuş bir ruhu mükemmel canlandırıyor.
Siberia’nın simgelerle örülü, farklı ve özgün bir anlatı olduğuna kuşku yok ama bir o kadar da sansasyonel ve üstenci, hatta kibirli bir sinema diline sahip. Ferrara’nın kişiliği kadar, büyük ve çokuluslu bir yapım olmasından da kaynaklanan bir durumdur belki… Abel Ferrara’nın Siberia filmi için İtalya, Almanya ve Meksika seferber olmuş adeta! Jenerikte akan yapımcı listesi bitmek bilmedi. Genç bir yönetmen tanınmamış bir oyuncuyla Siberia projesini getirse ne bu finansmanı sağlayabilirdi ne de böyle bir filmle bu ilgiyi görebilirdi.
Mekanlar ve Yüzler filminden esinlenmişe benziyor
Forum bölümündeki anti-konvansiyonel belgesellerde Radu Jude’nin Tipografic Majuscul‘u dışında şansım yaver gitmedi… Clarissa Thieme imzalı Šta ostaje Re-visited (Geriye Kalanlar Re-visited) meselesini geride bırakmış, kendi kendisine odaklanmış bir Bosna belgeseli. Alman yönetmenin 10 yıl önce savaş döneminde trajediler yaşanan yerlerde yaptığı belgeseli 10 yıl sonra yeniden ele aldığı bir çalışma… Agnes Varda ve JR’ın Mekanlar ve Yüzler filminden esinlenmişe benzeyen büyük pankartlara belgeselden bir kare bastırıp aynı mekanda o pankartı açan, bu arada gelip geçenle sohbet eden belgesel ekibinin çabasını çok da anlamlı bulduğumu söyleyemem. Özellikle de 10 yıl önce savaşın izleri fiziksel olarak zaten yok olduğu, 10 yıl sonra da bir bina inşaatı, bir çevre düzenlemesi vb. dışında kayda değer bir değişiklik olmadığı için havanda su dövüyor.
İspanya’dan Javier Fernández Vázquez imzalı Anunciaron tormenta (Fırtına Geliyor) da Ekvador’da bir yerli kralın öldürülmesini bugünün bir davası gibi araştıran, irdeleyen ve adeta mahkeme kuran anti-kolonyalist tavrını kayıt okumalarına ve tanıklıklara bağlamıştı. Belli ki yönetmen de elindeki malzemeyi görselleştirmek için çaba göstermiş, dönemin kolonyal yöneticilerinin raporlarını stüdyo kaydı sırasında okuyan oyuncuları çekerek bir çözüm bulmaya çalışmış… Ancak bir süre sonra mesele kayboluyor, “Ne olup bittiğini öğrenmek istersem okurum daha iyi,” diyorsunuz…
Bu yıl Berlinale’de nedense bütün filmler fazlasıyla geveze. Söz, görüntüyü bastırıyor. Kurmacalar edebiyat uyarlaması değil doğrudan edebiyat okuması, belgeseller de geri kalmıyor, onlardan.