Walter Ruttman’ın 1927 tarihli muhteşem belgeseli Berlin: Büyük Bir Şehrin Senfonisi / Berlin: Die Sinfonie der Großstadt’tan esinlenerek ben de Berlin: Büyük Bir Festivalin Senfonisi’ni yazayım dedim.
Senfoniden çok kakofoni oldu, ama başka türlüsü de pek mümkün değildi, bendeniz yönetimindeki Berlin Sinefilarmoni Orkestrası’ndan ancak bu kadar çıkar! Yalnız, önce zil takıp oynayalım çünkü Aslı Özge’nin Faruk’u Panorama’da, Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha’nın Keyke Mahboobe Man’i (En Sevdiğim Kek) Yarışma’da FIPRESCI Ödülü kazandı.
74. Berlin Film Festivali bu yıl izleyicilerini New York’taki bir restoranın kozmopolit mutfağının duygusal girdabına da kaptırdı, Himalaya Dağları’nda sakin ama çileli bir yolculuğa da çıkardı. IŞİD’in beynini yıkadığı gençlerin de intikam peşinde bir gardiyanın da travmatik zihinlerine soktu. Akılları fikirleri dünyamızı ele geçirmek olan uzaylılarla da dünya ahvali yüzünden akılları bir karış havada yaşayamayan ergenlerle de tanıştırdı… Alıştığımız büyük film festivali formatının dışına çıktı bütün seçkisiyle. Parlak değilse de değişik, tuhaf, tartışmalı bir festivalde sinema otoritelerinin filmler hakkındaki fikirleri her zamankinden daha fazla bölündü…
Bu yılki programı temalar ve eğilimler açısından değerlendirmeye çalışırsak janr sinemasının öğelerinin öne çıktığını söyleyebiliriz. Bunlardan korku ve gerilim türü kapsamına alınabilecekler, siyasi ve psikolojik içerikleri açısından apayrı bir yazı konusu… Gösterilen film sayısı son yıllarda azaldığı için nicel bir artış olduğunu sanmam, ama festivalin genelinde Afrika yapımları daha görünür olmuştu.
Öte yandan, müzik ve sinemanın yeniden yakınlaştığı, buluştuğu, el ele verdiği bir yıldı. Doğrudan müzisyenler etrafında gelişen filmlerin yanı sıra müziğin baskın biçimde kullanıldığı filmler izledik. Ben de festival değerlendirmemi müzik terimleriyle yapayım dedim. Finale doğru yaklaşırken filmler arasında espressivo bir gezintiye çıktım.
Atom Egoyan, geçen yıl Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan, Avrupa prömiyerini de Berlinale Special bölümünde gerçekleştiren yeni filmi Seven Veils’de (Yedi Tül) Richard Strauss’un Salome operasını sahneye koyan yönetmenin bir yandan geçmiş travmalarıyla boğuşmasını ele alıyor. Kendi de ilk kez 1996 yılında bu operayı sahneye koymuş, aradan geçen sürede birçok kez daha yinelenmişti bu çalışması. Film versiyonu çocukluğunda babası, öğrenciliğinde Salome’yi sahneye koyan evli hocası ve hali hazırda kendisi Toronto’da çalışırken uzaktaki evinde, annesinin bakıcısıyla birlikte olan kocasıyla sorunlu ilişkiler yaşayan yönetmene (Amanda Seyfried) odaklanıyor. Strauss’un librettosunun uyarlandığı Oscar Wilde oyunu Salome, İncil’de anlatılan öyküyü farklı biçimde ele alır. Marazi tutkuları öne çıkarır. Exotica’nın yönetmeni Egoyan da kendi bakış açısını yansıtıyor, elbette. Ayrıca ilk operasını yönettiği dönemin deneyimlerini eklemiş. Film ve sahne sanatlarının disiplinlerarası ilişkisini günümüz teknolojilerini kullanarak kurması üzerine bis, bis, bis diyorum.
Yarışmada ise geçmiş yılların virtuoso’larını mumla aradığımızı itiraf edeyim. Bu yıl festivalde tek bir katarsis yaşadım, o da 19. yüzyılda Venedik’teki Sant’Ignazio Yetimhanesi’nin genç kadın müzisyenlerine odaklı Gloria! finalinde. Allegro vivace izlenen tek film oldu… Şöyle örnek vereyim: Sanki film festivaline değil de hepsi özenle araştırılmış ve sunulmuş bildirilerin sunulduğu bir kongreye gelmişsiniz. Akademik bir dille yazıldıkları için hepsi uzatılmış, fakat bazıları oldukça uzun tutulmuş, bazılarının da ele aldıkları meseleleri fuzuli bulduğunuz metinleri dinliyorsunuz, tartışmalar vs. hep öyle yüksek perdeden ama sadede gelmeden yapılıyor. Ortamda bir ciddiyet, bir gerilim var. Derken, otelde bir çocukluk arkadaşınız çıkıyor karşınıza. Bambaşka bir hayat kurmuş, bambaşka bir çevreden geliyor. Arayı kapatalım ama, acaba uyum sağlar mıyız, aynı kafada mıyız hala diye kaygılanırken aradaki zaman hiç geçmemiş, hiç ayrılmamışsınız gibi muhabbete başlar, dertleşir, dedikodu yapar, gülüşür, ağlaşırsınız ya… Kongreniz ağır havası dağılır, yorgunluğunuz, gerginliğiniz gidiverir, iyi ki gelmişim, yoksa nereden rastalayacaktım arkadaşıma dersiniz… İşte Gloria! tam da böyle geldi vurdu festivale damgasını. İtalya’dan genç bir pop müzisyen olan Margherita Vicario, tarihi bir olaydan yola çıkıp bir küçük isyan-ı nisvan yarattı! Popüler sinemanın klişelerini hiç çekinmeden kullanarak, doğrudan izleyiciyi memnun etmeye odaklı bir biçemle, müziğin gücünden doya doya yararlanarak neşeli bir modern masal anlattı. Fakat kadınların uğradığı haksızlıklara, görmezlikten gelinen emeklerine ve yeteneklerine karşı çıkan, erkeklere de alın size ilahi adalet diyen, öyle bir finali var ki beni ağlattı. Filmin toplumsal cinsiyet temsillerinin bazılar dahil, tartışmalı olduğunu görebiliyorum, yine de giderilemeyecek şeyler değil. Kurgularsın geçer!
Crescendo yapalım ve La Cocina’ya geçelim: Alonso Ruizpalacios son derece üslupçu bir siyah beyaz filmle adı The Grill olan bir New York restoranının labirentsi koridorlarına, açılış öncesi temizlenip hazırlanan salonuna ve herkesin kendine ait tezgah parçasına sıkı sıkı sahip çıktığı kaotik mutfağına sokuyor. İspanyolca, Arapça, Fransızca konuşulan, fena halde küfür ve kavga edilen bir mutfak. İki sahnede renk kullanıyor sadece ama monokrom olarak, çünkü her biri ayrı bir ülkeden gelen ve farklı diller konuşan o çok renkli, çok sesli, çok çatışmalı, çok hareketli dünyayı ancak gri tonları bastırabilirdi. Arnold Wesker’in The Kitchen adlı oyunundan uyarladığı bu filme benzer bir deneyimi Londra’da artık açık olmayan bir restoranda bulaşıkçılık yaparken yaşamış Meksikalı yönetmen. Dünya gibidir mutfak, allegro con fuoco!
Scherzando: Bruno Dumont filminin büyük bilimkurgu yapımlarının bir parodisi olmadığını söylemiş… Madem öyle neden adı Yıldız Savaşları’na vurgu yapan l’Empire (İmparatorluk), savaşan taraflardan biri neden Jedi Şövalyeleri misali ışın kılıcı kullanıyor, neden uzaylılar insanların bedenini ele geçiriyor, neden arada Game of Thrones’un en bilinen sloganı olan Winter is Coming cümlesi geçiyor, vs. vs. Bütün bu parodi öğelerini kullanıp parodi yapmıyorum diyerek herhalde izleyiciyle oyun oynuyor. Koyu bir Normandiya aksanı konuşulan bir balıkçı kasabasında geçmesi, uzay gemilerinin birinin kilise diğerinin saray biçiminde olmasının iyi-kötü ayrımını kaldıran bir sosyo-politik boyut katması, Freudyen bir yaklaşımla seks ve şiddet dürtülerini kullanması, vs. birtakım erdemleri var filmin.
Claire Burger’in genç oyuncularının performansıyla dikkat çeken filmi Langue étrangère (Yabancı Dil) bütün olarak meydanlardaki eylemlerde söylenen bir protest müzik parçasını andırıyor. İki ergenin öğrendikleri dili geliştirmeleri için başlayan mektup arkadaşlığı fiziksel alanda buluşunca bir aşka dönüşüyor. Ebeveynleri yürütemedikleri ye da yalanlarla korudukları evlilikleriyle uğraşırken onlara, gençlere daha iyi bir gelecek umudu bırakmayan siyasi sistemlere tepki gösteren iki gencin yaşıtlarıyla birlikte söylediği bir aşk ve isyan şarkısı.
Bu protest tavrı sinemaya yansıtacak olsak en ummadığımız yönetmeni hedef almak gerekir: Olivier Assayas! O da kendi pastoral senfonisini bestelemiş Hors du temps (Zamanın Dışında) ile. Allegro ma non troppo! Pandemi olsa da o şahane doğanın ortasındaki o şahane köye kapansak diyesi geliyor insanın! Peygamber çiçekleri açmış mavi mavi… Fakat susmak bilmiyor karakterleri, konuştukları derseniz pandemi sırasında ve sonrasında hepimizin bitirdiği meseleler. On yıl sonra geçmişe bakalım değerlendirelim deriz, elbette, ama şimdi temcit pilavı gibi geliyor önümüze…
Türkiye’den ortak yapımcıları da olan Min Bahadur Bham imzalı Shambala moderato modernize edilmiş kadın karakter etrafında gelişen bir folklorik Budist masalı. Bu dünyada mutluluk ve adalet yoksa Tibet Budizmine özgü ütopik bir ülke olan Shambala’da var… Pasif-agresif patriyarkanın bir kadına ettiklerini sarp dağlarda upuzun bir yolculuğu 150 dakika boyunca anlatan Shambala, izleyiciye de kahramanı gibi sabrın sonu selamettir telkininde bulunuyor. Budizmin karma kavramı önemli yer tutuyor bu masalda. Kostüm, saç, dekor, mektuplar ve mekanın kendisi zamanın dışında bir yerdeymişiz izlenimi verse de günümüzde geçen bu film yönetmenin umduğu içsel yolculuk, kendini bulma, özgürleşme kavramlarını aktarıyor aktarmasına, ama kadınların sabrını zorluyor…
Budizmden devam edelim: Bitmeyen yürüyüşün temposu ne olur largo’dan başka? Grave elbette! Sinemanın yaşayan en büyük ve gelmiş geçmiş en özgün ustalarından Tsai Ming Liang’ın atılabilecek en ağır adımlarla dünyayı dolaşan keşişi Washington DC’ye vardı. Tsai, 2011’de başlattığı serinin onuncu filmi Wu Suo Zhu / Abiding Nowhere ile Berlinale Special’daydı. Tang Hanedanı döneminde Çin ile Hindistan arasında yaya yolculuk eden Xuanzang adlı Budist keşişten esinlenen bir figürü günümüzün hızla hareket eden kitlelerle dolu kentlerinde akışa tezat oluşturacak biçimde yerleştiren Tsai, eşsiz gözüyle zamana, mekana, harekete, hıza, doğaya, iklime, insanlara, araçlara, mimari elemanlarla hem sinematografinin hem düşünün doruklarına çıkıyor.
Bu büyük festivalin bitmeyen senfonisinde sesi duyurulması gereken o kadar çok film var ki… Ama hepsi bana hitap etmedi, bazıları hakkında içimden olumsuz dahi yazmak gelmiyor. Sinefili de bir yere kadar…