Mahsum Çiçek, Contemporary İstanbul izlenimlerini yazıyor.
Erkek için sanat babalık gibidir ve genellikle yanlış öğrendiği bir şeydir ama yaratım kadının doğasında vardır bu yüzden sadece kendinde olanı ortaya koymakla yetinir. Contemporary İstanbul sanat fuarın dolaşırken sürekli bu gerçeklikle karşılaşıyordum.
Galerilerin sergilediği eserlerin çoğu dekoratif malzemelere dönüşmüştü ve küratörlükler de bu doğrultuda yapılmıştı. Parlak, renkli ve ışıltılı eserler ön duvarları süslüyordu. Sanat eserleri ve sanatçılar arasında market reyonlarında görülen düzenlemeye yakın bir hiyerarşi ortaya çıkmıştı. Çok satılanlar göz önünde, az satılanlar kuytulara gizlenmişti. Zihnim imajların saldırıları karşında duyarsızlaşmıştı ve sürekli dışarı çıkma ihtiyacı hissediyordum. Onca kişinin soluduğu ve neredeyse yapaylaşan havadan kurtulmak istiyordum. Fuarı neredeyse yarı baygın bir şekilde tamamlayabildim ve sadece bazı yerlerde kendime geldiğimi fark ettim.
Kendime ilk geldiğim ve sanatsal bir oluşumun içindeyim dediğim yer Sevil Tunaboylu’nun iki oto portresi ile karşılaştığım andı. Portreler bir kolonun arkasına gizlenmişlerdi ve adeta yalnızlıktan sıkılmışlardı. Portreler solgun ölü ışık altında bakışlarını bizden kaçırıyordu ama beden olabildiğince cömert davranmaya ve tam da görünmesini ya da görmek istediğimiz şekilde duruyordu. Tuhaf bir haz aktarımı gerçekleşiyordu parmaklar arzu ile şişen vajinaya uzanıyordu, diğer el kalçalara destek sunuyordu ve arkadaki kızıl gölge adeta sarılmaya çalışıyordu. Sevil, portreleri yalnız kalmamasına gönlü razı olmamış gibi beraberlerinde “Perdesiz” isimli bir işini daha göndermişti. Eski bir pencerenin ardından bakan bir yabancı sigara içiyordu. Biz de yabancı ile beraber portrelere bakıyoruz ve o an hepimiz suretin suretinin suretine dönüşüyoruz.
Evrende yaşanılan bir duraklama anından sonra vahşi sanat ormanına tekrardan dalıyorum. İkinci durağım Zeynep Kayan’ın “dönüş/spin” isimli videosu oluyor. Videoda, aynadaki Zeynep’le karşılaşıyorum ve onu küçük kırık bir aynadan izlemeye başlıyorum. Yüzünün haritasında bir gezintiye çıkarıyorum. Burnu, burnunun yukarısını, burnunun öte yanını, burun deliklerini, burnu ile dudağının birleştiği yeri oradan dudaklarını, dudaklarının kenarını, birleşince oluşturduğu yükseltiyi, çenesi ile oluşturduğu çukurluğu sonra da çenesini ziyaret ediyorum. Çenesinden aşağısını, oradan kulaklarına kulaklarından kaşlarına ve gözlerine ve göz bebeklerine, göz bebeklerinden kendime, yanaklarına ve bir sessizlik içinde zamanın sonsuzluğa akıp geçmesini bekliyorum.
Sonsuzlukta bir sonraki yolculuğuma çıkıyorum ve bir son durağım Ceren Oykut’un “Ücra” isimli serisi oluyor. Resimler kuşbakışı belirsiz bir mesafeden çizilmiş. İnsanlar doğada var olan diğer varlıklar gibi sıradan göründüğü ve tıpkı kuşlar, tavuklar ve diğer hayvanlar gibi yaşadığı bir manzara ile karşılaşıyorum. Ceren sosyal normlar içine sıkışan kadını sokağa çıkarıyor ve onların yaşam alanlarını belirlemeye çalışıyor. Dışarısı olarak adlandırılan ve yaşamdan soyutlanan sokaklar, meydanlar ve doğa insan için tekrardan bir yaşam alanı haline geliyor. Her şeyin anlamından soyutlanıp aynılaştığı ve bir araya geldiği “çokluk” ortaya çıkıyor. Dışarıdan bakılınca her şey bir ve aynı görünüyor ve göründüğü gibi algılanıyor. Evler insana, insanlar karaya, kara ağaçlara, ağaçlar kuşlara, kuşlar denize, deniz eylemlere ve eylemler hayatın kendisine dönüşüyor.