A password will be e-mailed to you.

Yazarımız Çağla Gillis, Psikeart dergisinin “Sinemada Kadın ve Psikiyatri” başlıklı 3. Psikeart Günleri’ni Sanatatak okurları için izledi.

Pek kıymetli dergilerimizden biri olan Psikeart dün itibari ile “Sinemada Kadın ve Psikiyatri” teması üzerinden 3. Psikeart Günleri’ne başladı.

Kadın imgesinin sinemada nasıl kullanıldığı, kadın ve erkek yönetmenlerin farklı kadın yorumları, kadına atfedilen değerler, perdede gördüğümüz kadın terapist ve hastalar, kadının psikolojisi gibi konuların ele alındığı sempozyumda 14 oyuncu ve yönetmen, 27 akademisyen, 9 film eleştirmeni ve yazar yer alıyor. Yani film analizlerine, sinema tarihine, kadının tarih boyunca konumuna doyamayacağınız dolu dolu 3 gün. Ben de “İran Sineması’ndaki Kadın Yönetmenlerin Gözünden Kadın Karakterler” üzerine tez yazmaya başlamışken, her fırsatta bulmaca çözer gibi film analizleri yapmaya ve semboller, arketipler üzerine bol bol makaleler okumaya çalışırken bu sempozyumu kaçırır mıyım? Tabii ki hayır!

İlk oturum “Sinemada Kadınlararası İlişki” başlığı altında psikiyatrist Gökçe Silsüpür’ün  sinemada lezbiyen ilişkileri anlatması ile başladı. Lezbiyenlik temasının ilk göründüğü filmin Pandora’nın Kutusu (1928) olduğunu söyleyen Gökçe, 70’lerde lezbiyenliğin vampirlikle özdeşleştiğini, 80’lerde ise bağımsız sinemanın ötekileştirilenlerin sesi olması ile birlikte bu temanın yükselişe geçtiğini söylüyor (Silkwood, Desert Heart, Personel Best). Bu filmler, 90’larda zirvesini yaşıyor; çünkü artık queer sinema karşımıza çıkıyor (High Art, Thelma and Louise, Bound, Fried Green Tomatoes).

Diğer oturumlarda ise ikinci kadın olma hali, cinsiyet içi rekabet ki buna bağlı olarak üreme, eş seçimi, monogomi, odipal ve narsistik aşk üzerine yorumlar yapıldı.

Psikanalist Özden Terbaş’ın Haneke ve Bergman’ın sinemasında anneler ve kızlarını ele aldı. Babadan kaynaklı anne-kız arasındaki yıkıcılık, kendini bir bütün olarak annede görme ve rekabet Piyano Öğretmeni ve Güz Sonatı filmlerinin konusunu oluşturuyor.

Bu panelin devamını film eleştirmeni-yazar Atilla Dorsay "Hollywood Sineması’na Damga vuran Kadınlar"ı sıralaması ile sürdürdü; Ava Gardner, Ingrid Bergman, Vivien Leigh, Dorris Day, Marilyn Monroe, Kim Novak, Greace Kelly, Audrey Hepburn… Say say bitmez açıkçası. Günümüzden de Meryl Streep ve Julia Roberts isimlerini verdi; hatta ikisinin rol aldığı ve bu sene Oscar’a aday olan film Aile Sırları’nı herkese tavsiye etti.

Kafasında sinema tarihine dair bir kütüphane bulundurduğunu düşündüğüm Dorsay’dan sonra Meltem Cumbul, Gönül Yarası filminde canlandırdığı Dünya karakterini anlattı ve bu film dışında çok ilginç bir şey yaptı: Bir süredir “derinleşmenizi” sağlayan Eric Morris metodunu uygulamalı bir biçimde anlattı.

Eril bir bakış açısına sahip olan sinema da erkek kahraman ile özdeşlik kurmamızı sağlıyor ve onun gözünden olan dünyayı bizlere izletiyor. Kadını etkin değil edilgen, bakan değil bakılan, aktif değil pasif, güçlü değil zayıf bir konuma yerleştiriyor. Erkek ile özdeşlik kuran izleyiciyi de doğal olarak bakan yani röntgenci konumuna yerleştiriyor. (Bununla alakalı şiddetle önerebileceğim bir film var: Rear Window-Hitchcock) Bütün bu oturumlar da bu durumu fark etmemizi sağlıyor diyebilirim.

Panellerin hepsine katılamasam da dolu dolu ayrıldım oradan. Umarım ilgili herkes gitme şansı bulur. Çünkü Zahit Atam, Alin Taşçıyan, Bülent Somay, Tan Tolga Demirci, Yeşim Ustaoğlu, Tomris Giritlioğlu gibi isimler orada olacak.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 13:09:22