Sinema yazarımız Emrah Kolukısa Adana Film Festivali’nden bildiriyor. Festivalin ilk gününden Mehmet Salih ve Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’ın karnesi bu yazıda.
Adana Film Festivali’nde yarışma filmleri izleyiciyle buluşmaya başladı ve ilk gün aileyi hedef alan iki yapım üst üste gösterildi. Her ikisi de birer ilk film olan yapımlardan ilki Güven Beklen imzalı Mehmet Salih, her anlamda Adana’nın bağrından çıkan bir hikayeyi anlatıyordu. Doğduktan kısa bir süre sonra babası tarafından terk edilen 13 yaşındaki Mehmet Salih’in yaşantısına odaklanan film tamamı doğal ışıkla ve gerçek mekanlarda çekilmiş, alabildiğine düşük bütçeli olduğunu hissettiren bir yapım. Bir gecekondu mahallesinde (Ziyapaşa mahallesinde çekilmiş film) annesiyle birlikte yaşayan Mehmet Salih her gece yatağını ıslatan ve babasızlığının ezikliğini hayatın her anında hisseden bir ergen. Horoz besleyip satan alt kat komşusu ve onu boktan bir işte çalıştırarak çalıştıran bir torbacı hariç etrafı hep kadınlarla çevrili bir ortamda büyüyen ve karşı komşusunun kızı Ceylan’a gizliden gizliye tutkun olan Mehmet Salih rolünde amatör bir oyuncu olan ve filmin çekildiği evde yaşadığını öğrendiğimiz Mehmet Salih Karaörs’ü izlerken, diğer rollerde tiyatro kökenli (çoğu Adana Devlet Tiyatrosu’ndan) oyuncuları görüyoruz. İyi niyetli bir çabayla, el birliğiyle kotarıldığı çok belli olan Mehmet Salih henüz ilk filmiyle görücüye çıkan Adanalı sinemacı Güven Beklen’in özellikle senaryo/diyalog konusu başta olmak üzere kendini geliştirmesi gereken hususlar olduğunu vurgulamak çok yanlış olmaz kanısındayız.
Mehmet Salih yoksunluk içindeki bir çocuğun ve yaşadığı mahallede zaktan ya da yakından ilişkide olduğu farklı bireylerin ortak kaderine dair söz söyleme niyetinde olan, son tahlilde belli bir umudu da barındıran ve dayanışmanın toplumsal hayattaki önemine değinen ama zaafları yüzünden hedefi ıskalayan bir film. Sonlara doğru kurgusal problemleriyle de (Mehmet Salih’in kaybolduğu sahnenin Ceylan’ın intihar teşebbüsüyle denk düşmesi bu kurgu problemlerinin açığa çıktığı anlardan biri örneğin; odak şaştığı gibi, izleyici dramatik bütünlükten de kopuyor) tökezleyen film karakterlerine de fazla gelişim imkanı tanımıyor. Ceylan’ın bireysel yolculuğu hariç (belki biraz da Mehmet Salih’in başat sorunundan kurtulması ve sembolik olarak da olsa büyümesi buna eklenebilir) hiçbir karakter gerçek anlamda değişip, gelişmiyor ve bu yüzden an roller yeteri kadar öne çıkmıyor. Yine de Özlem Kaya’nın (Ceylan’ın asabi annesi) bir nebze de olsa daha dikkat çekici bir performans sergilediğini söyleyebiliriz. Tüm bunların ötesinde, filmin Adanalı izleyiciye belli sebeplerden ötürü yakın geleceğini tahmin etmek zor olmaz ama ne kadar bu ilgiyi bulacağını da söylemek kolay değil.
Babalık meselesi üzerinden izleyiciyle bağ kuran ikinci film ise Ağustos Böcekleri ve Karıncalar. İlk filmiyle Adana’ya gelen yönetmen Erhan Tuncel ölüm döşeğindeki bir adamın etrafına toplanmış çocuklarının bir gece boyunca süren hesaplaşmalarını anlatıyor. Duygusal ve kasvetli bir gece gibi başlayan hikaye bir süre sonra maddi çıkarların ön plana çıktığı ve miras paylaşımının alenen tartışıldığı bir farsa evriliyor. Erdem Akakçe ve Bennu Yıldırımlar gibi iki deneyimli oyuncuya genç kuşağın parlak isimlerinden Gün Koper’in (2011’de Aşk ve Devrim ile Adana’da Umut Veren Genç Oyuncu ödülünü almıştı) eşlik ettiği film özellikle oyunculuk performansları açısından bir hayli iddialı. Daha da iddialı olduğu konu ise yine yönetmen Erhan Tuncel imzalı ve birden fazla sürprizle izleyiciyi sersemletmeyi hedefleyen senaryosu. İsterseniz buradan sonrasını okumayabilirsiniz (bazı sürprizler açışğa çıkacaktır) ama bu konuda bazı itirazlarımız var, onları da belirtmeden geçemeyeceğiz. Her şeyden önce şunu teslim edelim, filmin çıkış noktası son derece ilginç ve umut vaat edici. Bir kez daha babanın yokluğu (bu sefer ölüm döşeğinde olduğu için varlığı yokluğuna denk) ile karşı karşıyayız ve bir çok travmanın da sebebi olduğunu seziyoruz. Hatta film ilerledikçe anlıyoruz ki, aile bireyleri, yani çocuklar, babalarını sevmekten ziyade nefret ediyorlar. Bu nefretlerinin sebebi biraz es geçiliyor (ki bu kısım nedense iyi işlenmemiş, gereksiz derecede uzayan başka diyaloglara rağmen) ve aile içindeki diğer hesaplaşmalar öne çıkıyor. 18 yıl önce evden kaçan bir kardeşin dönmesi meselesi var örneğin ve yine o kardeşin çektiği büyük acılara tanık olmamız bekleniyor ama aşırı dramatik bir şekilde ele alınan bu sahnenin maalesef bizde bir karşılığı olamıyor. Küçük kardeş Kemal’in (ki öyküyü büyük ölçüde onun bakış açısından takip ediyoruz) ne tür bir ruh durumu içinde olduğunu sonlara kadar çözemiyoruz ve bu kafa karışıklığı bizden ziyade senaryonun kafa karışıklığı gibi duruyor. Sondaki kazaen işlenen cinayet ve sonrasındaki babanın kimliğine dair tuhaf sürpriz de ne yazık ki taşları yerine oturtmaktan aciz. Hele bir son anda peydahlanan kız kardeş mevzuu var ki, doğru ele alınsa çok sağlam bir dönüş olabilecekken resmen heba ediliyor. Ne babaya dair yeni bir kapı açılıyor karşımızda, ne de Elmira’nın (sonradan çıkan kız kardeş) karakterinin varlığı anlam kazanıyor. İlk yarısında fazlasıyla uzun sahnelerle sürünen hikaye sonlara doğru hız kazandığında da izleyiciyi sürüklemek yeni oradan oraya savuruyor. Kimi sahnelerin çok komik oluşu ise arada ferahlatıcı ama iz bırakmayan anlar olarak kalıyor. Keşke işin mizah yanı daha yoğun olsaymış ve ortaya Almodovarvari bir kara komedi çıksaymış. Ya da daha sağlam bir dramatik yapıyla örneğin Festen’deki kadar sert bir aile eleştirisine soyunsaymış yönetmen. Üst üste yapılan sürprizlerle hikaye belki bir yere çıkar ama dağınıklıkları toparlayamadığınız sürece yapacağınız eleştiriler de bir türlü yerini bulmaz. Çok büyük bir ustalıkla yapmadığınız zaman delilik hiçbir çarpıklığın açıklaması olamaz maalesef. Burada da Kemal’in geldiği nokta o tuhaf delilik hali oluyor ve izleyici aile hesaplaşmasını gerektiği gibi tartamıyor. İtirazımız bunadır, yoksa genel çerçevede iyi bir tiyatro oyunu kadar sağlam bir oyunculuk var, onu bile izlemek keyifli.