Büyükşehirlerin trafiğinden ve kalabalığından uzakta bir film festivaline katılmak her sinemasever için bir rüyadır, hem dinlence hem kültür-sanat etkinliği! Yerel halk içinse yılın en seçkin filmlerinden oluşan bir programın kentlerine gelmesi, ülkenin yeni yeteneklerini bizzat görmek önemli bir fırsat. Seyir Derneği tarafından düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali tam da bu tanıma uyan, keyif dolu bir etkinlik. 17-22 Eylül tarihleri arasında Ayvalık’ın zeytinyağlı lezzetleri gibi iştah uyandıran bir seçkiyi izleyicilerine sunacak. Sezonun gözde filmleri, ödüllü yerli yapımlar, Cannes Film Festivali’nden ödül kazansın kazanmasın öne çıkanlar Ayvalık programında yer alıyor.
Francis Ford Coppola, Paolo Sorrentino, Yorgos Lanthimos, Wim Wenders, Mohammad Rasoulof, Miguel Gomes ve Andrea Arnold misali olağan şüphelilerin filmleri ne kadar cazip de gelse, çok iyi ve çok özel başka filmlerin de altını çizmek gerek.
Payal Kapadia’nın Mumbai’da çalışan üç hemşirenin kast sistemi, din farklılı ve cinsiyetçilikle kuşatıldıkları bir ülkedeki varoluş öyküsünü, aşk ve mutluluk özlemlerini son derece zarif ve duyarlı bir yaklaşımla, sinema sanatının yalın ve duru bir örneğiyle beyazperdeye taşınmasına bu yılki Cannes Film Festivali jürisi de kayıtsız kalmadı ve Jüri Büyük Ödülü’nü Aydınlık Hayallerimiz’e değer gördü. İzlerken insanın içine işleyen duygusal yoğunluktaki bu filmde Kani Kusruti, Divya Prabha ve Chhaya Kadam’ın performansları unutulur gibi değil. 2021 yılında en iyi ilk filme verilen Altın Kamera adayları arasında da bulunan Hiçbir Şey Bilmemenin Gecesi ile Cannes’da En İyi Belgesel – Altın Göz ödülü kazanan Payal Kapadia Hint sinemasının yükselen yıldızı, kuşkusuz.
Bu yıl Cannes Film Festivali’nde -bana göre iki sahnesi ne kadar doğal da olsa izleyicinin midesini zorladığı için- yeterince parlamayan, Viet ve Nam’ı yılın en ilginç ve özgün arthouse filmlerinden biri. Kömürün siyah dışındaki tonlarını yansıtıp ışıldayan bir maddeye dönüştürerek ambiyans yaratabilen Minh Quy Truong’un cüretkarlığı ağır aksak ritmiyle birleşip ödüllerine mal oluyor, belki de. Oysa savaşın kapanmayan yaraları ve ülke politikasının gençlere hala daha gelecek umudu vermeyen tıkanmışlığı sağlam bir politik fon oluşturuyor Viet ve Nam’a. Bir yanıyla karamsar, kasvetli, melankolik ve karanlık ama bir yanıyla da romantik, erotik ve rüya gibi bir film. Zor izleniyor, ama Güneydoğu Asya’nın Tsai Ming Liang ve Apichatpong Weerasethakul gibi ustalarının izinden giden bir genç yönetmeninin eseri. Öte yandan Süleyman’ın Hikayesi izleyiciyi hemen saran bir film. Boris Lojkine yerleştiği Vietnam’da belgeseller çekerek başladığı sinema serüvenini Afrika ve Afrikalılar hakkında filmlerle sürdürüyor. 2014’te Eleştirmenlerin Haftası’nda SACD Ödülü kazanan ilk uzun metrajlı kurmaca filmi Umut, Avrupa’ya yasadışı yollardan göçmek için önce Sahara Çölü’nü geçmek zorunda olan iki gencin çabasını konu alıyordu. Bir foto muhabirinin Orta Afrika Cumhuriyeti’nde tanık olduklarına odaklanan Camille’den sonra sinemasında beklenen düzeye ulaştı. Belirli Bir Bakış bölümünde Jüri Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazanan Süleyman’ın Hikayesi’ni izleyip de Dardenne Kardeşler gibi film çekmiş demeyen çıkmayacaktır. Amatör oyuncu Abou Sangare’nin başkasının adıyla bisikletli kuryelik yapan Ganalı düzensiz göçmen performansı hem çok enerjik hem çok dokunaklı.
Berlin Film Festivali’nde büyük ödülleri kazanan filmler Ayvalık programında mutlaka izlenmesi gerekenler arasında yer alıyor. Mati Diop’un çok etkili bir kolonyalizm eleştirisi yaptığı belgesel Dahomey sadece geniş kapsamlı içeriği değil yaratıcı tarzıyla da Altın Ayı’yı hak etti. 1892 yılında Fransız sömürge kuvvetleri tarafından Afrika’daki Dahomey Krallığı’ndan yağmalanan yaklaşık 7000 sanat eserinden sadece 26 tanesinin 2021 Kasımında modern Benin Cumhuriyeti’ne iade edilmesini konu alıyor. Eserlerin paketlenmesi, taşınması, sergilenecekleri müzenin restore edilmesi ve sergi açılışının bir devlet törenine dönüşmesi aşamalarını takip eden belgesel, bütün bu olayı farklı yönleriyle değerlendiren bir gençlik forumunu da kapsıyor. Bir yandan da Dahomey Kralı Ghezo’nun heykeli, nam-ı diğer 26 numaralı eser dile geliyor. Berlinale jürisinin es geçtiği ama FIPRESCI jürisinin kıymetini bildiği En Sevdiğim Pastam, İran sinemasında sistematik sansüre mizahla ve aşkla başkaldıran bir film. İslami kurallar gereği kadını başı açık, kadınla erkeği bir arada, fiziksel temas halinde, herhangi birini içki içerken görüntülemek yasak. Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha ise yalnızlıktan bunalmış, devrim öncesi serbest bir hayatın tadını almış karakterlerini bütün bu kuralları yıkarken betimliyor. İdam cezası karşıtı Beyaz İneğin Türküsü ile tanıdığımız yönetmenler bir Ömer Hayyam şiirini andıran filmleriyle yasaksız İran özlemini dile getiriyor.
Bu yıl Berlinale’de En İyi Belgesel Ödülü’nü kazanan Gidecek Yer Yok ödül törenini Almanya’nın resmi politikası aksine bir İsrail işgal protestosuna döndürdü. İsrailli ve Filistinli dört yönetmenin, Yuval Abraham, Basel Adra, Hamdan Ballal ve Rachel Szor’un ortaklaşa imza attığı ve bizzat taraf oldukları direnişi görüntüledikleri bu film “işgal altındaki topraklar”ın ne anlama geldiğini, bu topraklarda nasıl bir ayrımcı rejimin hüküm sürdüğünü ve Filistinlilere her gün nasıl şiddet uyguladığını, gidecek yeri olmayan bir halkın evlerini okullarını başlarına yıktığını gösteriyor. Gazze kıyımından önce çekilen bu film, Hamas’ın saldırısı olmadan da önce Filistin’de yaşanan dehşeti berraklaştırıyor. Resmi ödülün bulunmadığı Panorama bölümünde izleyicinin seçimi feminist sinemanın güncel bir örneği oldu: Tutuşan Bir Bedenin Anıları. Costa Ricalı genç yönetmen Antonella Sudasassi Furniss’in cinsellik tabusunu ancak ileri yaşta yıkabilen ve geçmişte gördükleri baskının, sürekli kötü kız olarak damgalanma korkusuyla ve suçluluk duygusuyla büyüyen kadınların onlarda yarattığı travmaları anti-konvansiyonel bir sinema diliyle aktarıyor. Üç kadının anılarını bir oyuncu (Sol Carballo) üzerinden dramatize ederken zamanı esnek biçimde kullanıyor. İleri yaşta kavuşulan özgürlük duygusunu anlatmadaki coşkusu ve mizahıyla takdire değer bir film.
Programın sürprizlerinden biri Alice Rohrwacher’a geçen yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazandıran La Chimera adlı filmi. Aşkla, sanatla, mizahla, gizemle yoğrulu bir büyülü gerçekçi sinema örneği. İtalyan dilinde Yunan mitolojisindeki, birçok hayvanın aynı gövdede birleştiği ateş püskürten canavar Kimera ile aynı şekilde yazılsa da boş hayal, saçma iddia ve ütopya anlamlarına geliyor. Etrüsklerden kalan arkeolojik eserleri zengin koleksiyonculara satan bir İngiliz arkeolog, define avcıları, harap bir villada yaşayan Toskanalı bir aile, folklorik ögeler, farklı film formatlarından oluşan doku, zamanın doğrusal olmayan kullanımı, birbirinden çok farklı müzik türlerini harmanlayan soundtrack ile izleyiciyi bambaşka bir aleme taşıyor, La Chimera.
Sinema açısından çok bereketli bir yıl geçirmiyoruz. Geçen yıl birbirinden çarpıcı filmler izledikten sonra bu yıl beklentiler yükseldi, ancak genellikle bir parlak yılı bir sönük yıl izler. Bu yüzden daha alçakgönüllü filmler çoğunlukta. Cannes Film Festivali Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünden, Matthew Rankin’in yönettiği Evrensel Dil, yönetmenin adına dikkat etmeseniz gurbette bir İranlının çektiğini zannedebileceğiniz bir absürd film. Kuzey’de bir yer tadında hafif bir mizah, hafif bir melankoli, ara sıra sinematografi açısından heyecan dozunu yükselten ama tutarlı bir haz vermeyen, ne izledik bir şimdi diye düşünebileceğiniz bir film. Sevenin çok sevebileceği, sevmeyenin hiç sevmeyeceği filmlerden…
Tanınmış yönetmen Nabil Ayouch’un Mavi Kaftan adlı filmiyle tanıdığımız Meryem Touzani ile birlikte yazdığı Touda’yı Herkes Seviyor, Fas’ın Ayta denen geleneksel müziğini icra ederek zorluklarla ve travmalarla dolu hayatını sürdürmeye çalışan bir kadın portresi çiziyor. Sahneye çıkan kadına yetenekli bir müzisyenden çok cinsel obje olarak bakılan cinsiyetçi bir toplumda hayallerinin peşinden koşan, sadece anne ve babasından destek gören, adeta sadece şarkı söylerken yaşayan Şeyha Touda rolünde Nesrin Erradi’nin performansı filmin en güçlü yönü. Ayouch’un 1997 tarihli ilk uzun metrajlı filmi Mektup’tan bu yana inişli çıkışlı bir grafik çizen filmografisinde Meryem Touzani’nin başrolü üstlendiği Razzia misali inişler de Kazablanka Ritimleri misali gençliğin halini yansıtmaya çalışan ilginç işler de var.