Alpin Arda Bağcık’ın çalışmaları, öncelikle gördüğümüz, tekrar gördüğümüz, “gerçekten daha gerçek”, durumlarla didişiyor. Duyulamayan, atılamayan, haykırılamayan bir çığlığı görüyoruz bu insanlık durumunda.
Alpin Arda Bağcık’ın tuvalleri, sakin, şiddet yüklü, tekinsiz ve bir o kadar tanıdık kadrajlar sunuyor bize. Her bir resim tarihten üzerimize üşüşen bir “durum terörü” yaratıyor ansızın. Sıradan görüntü… Acaba ne kadar sıradan? Aslında o gri, monokrom yüzeyden üzerimize, “sıradan şiddet” akıyor; bir o kadar tanıdık…
Alpin, sıradan olanı “aşırı bir gerçeklik”e dönüştürüyor. Hiper Gerçek! Gerçekten daha gerçek… Safrasız, atıksız, metaforlaştırlamayan “düz” bir gerçek sökün ediyor duyularımıza. Foto-Gerçek. İki kere üstümüze sökün eden koca bir insanlık mirası. Hayatın, imgenin ve de “kaba” gerçeğin yüzümüze çarpması. Alpin’in boyası gerçek-fotoğraf ve “an” arasındaki o sarsıcı kısa devreyi gösteriyor. Kosuth’un sandalyesi, sandalye fotoğrafı ve sözlükteki sandalye maddesi arasındaki gerilimi boyamak gibi. Hangisi sandalye?
Dijital kutuya yazılan tek bir kelimeyle ulaşılan milyonlarca görüntü sızıyor likid zihinlere. 1950 Amerika Rüyası’nın parlaklığından “siyahlar giremez” uyarısına üzerimize üşüşen imgeler. Tiananmen Meydanı’ndan sanal demokrasi umuduna, şizofrenik geçişler. Savaşın bitişini flaşların gözleri kamaştırmasıyla kutlayan büyük insanlık.
Hiper-realizm ve monokrom… Fotoğrafsa neden resim? Resimse neden fotoğraf? Hayatın neden aynısı? Cama yapışan sinekler gibi oluyoruz. Daha ötesi yok!
Alpin’in resimlerinde sakin, çığlık atmayan bir şiddet var. Yüzler düzleşmiş bir gri ile kaplanmış. Hayatın ısırıklarına tuhaf bir hazla boyun eğmiş persona’lar…
Çığlık atamayan, atmak istemeyen, koca bir gırtlak sesini, hayvansı ünlemi, uygarlığın yontusuna bırakan kitleler.
Alpin Arda Bağcık, adını, aynı anda hissedilen karşıt duyguları ifade eden psikolojik bir terimden alan “Ambivalans” dizisinde, gerçek- hiper gerçek ve simülasyon arasında dolaşan o “ince kırmızı hat”tı sorguluyor. Yani çığlığı tadıyla ağzından çıkaramayan “ölçülü” ve uygar monokrom insanlığa bakıyor… Durgun, kendinden memnun ve de soluk bakışlar boyuyor. İçe gömülmüş bir çığlığı gösteriyor.
Sanat tarihinin klasiklerinden Laocoon kitabında Lessing, 1506 yılında Roma’da bulunan “Laocoon ve Oğulları” heykelinde, yılanlar tarafından ısırılan babanın yüzüne ve kıvrımlarına odaklanır. Truva’yı ele geçirmek isteyen Yunanlılar, Olimposun tanrılarının desteğiyle Laocoon’un üzerine yılanlar salar. Isırılan ve damarlarına zehir yayılan baba, heykeltraşlar tarafından öye yontulur ki, bütün kıvrımları, sakinliği ve “anıtsallığı” ile bize ulaşıverir.
Baba ve oğullarını saran şiddet yücedir onun için. Laocoon bütün acıya rağmen tam bir “çığlık” atmaz, “sakin bir yüce” içindedir. Acının çirkinliğini görmeyiz. Ölçülü bir acı yani. Elbette Lessing 18. yüzyıl klasizmi içinde anlamlıdır. Yunan sanatı, ölçünün, oranın ve uyumluluğun zirvesidir. Yani Laocoon, Munch’un Çığlık’ı gibi temsil edilemezdi. Çünkü Munch’un Çığlık’ı çirkindir. Munch’un ifadesi herhangi ya da herhangi bir insan gibidir. Canınız acıdığında “ölçü”, “uyum” ve “denge” gözetemezsiniz…
Aslında klasiklerden modernlere miras kadim bir tartışmadır. Ayrıcalıklı an’lar… Sanatın, ifadenin ve de güzelin ayrıcalıklı bir “an” olduğu düşünülüyordu. Hayatın akışı içinden yaratıcısı tarafından, keşfedilen, çıkarılıp alınan bir parça. Laoccon’un çığlığı öyle bir şekilde alınmalıydı ki, sakin ve yüce olsun. Oysa tarihin yatağından çok sular aktı. Romantizmle beraber bizzat ifadenin kendisi yüceyi oluşturuyor; “ölçülü sakinlik” yerini endişeli ‘Yüce’ye bırakıyordu. Artık “ayrıcalıklı anlar” yoktu. Hatta bizzat her an ayrıcalıklı veya ayrıcalıksızdı.
On dokuzuncu yüzyılda keşfedilen fotoğraf… İnsanlık tarihindeki devrimci dönüşümlerden biriydi. Gümüş nitrat ile sıvanmış plaka üzerine düşen hayat, daha önce deneyimlenmemiş bir hayat sunuyordu. Mercek için her “an” ayrıcalıklı ya da “ayrıcalıksız”dı. Kamera hemen her şeyi eşitleyebiliyordu. Sıradan bir sandalye, fotoğrafın kadrajı ve siyah-beyazın buğusyla, bir Odysseus kadar yalnız ve destansıydı. Sıradan bir nesne, insani duygulanımlar ediniyordu. Adget’in fotoğrafladığı Paris’in sokakları, Caspar David Fredrich’in sarp dağlarda yakalamaya çalıştığı yüce hüznü, pasaklı gerçekliğe tahvil ediyordu. Fotoğraf her şeyi romantikleştiriyordu; ve bu eşsiz ve şaşırtıcıydı. Duygu, hüzün ve de şiirsel yalnızlık demokratikleşiyordu.
Fotoğraf, görsel bilinçaltını ifşaa ediyor; daha önce görülmemiş tanıdıklıklar bahşediyordu. Yakın plan bir yüz, parmak ya da derinin kırışıklıkları Balzac ya da Proust ile yarışıyordu. Fotoğrafın dünyası Laocoon’un çığlığını herkesin yapmıştı; ölçüsüz, sıradan ve bir o kadar samimi. Hemen her şey şiir, öykü, dram ve tarihti…
Alpin Arda Bağcık’ın çalışmaları, öncelikle gördüğümüz, tekrar gördüğümüz, “gerçekten daha gerçek”, durumlarla didişiyor. Duyulamayan, atılamayan, haykırılamayan bir çığlığı görüyoruz bu insanlık durumunda. Hepimizin içinde saklı duran ölçüsüz sıradanlığı ve de bağırmayı. Güzel ol(a)mayan durumları.
Ayrıcalığın ayrıcalıksıza dönüştüğü “an”… Belki de büyük kazanım bu.
Ya da kaybediş… Kim bilir?
Tabi ki yine biz! O büyük insanlık.
Alpin Arda Bağcık’ın “Ambivalans” sergisi 27 Haziran tarihine kadar Galeri Zilberman’da izlenebilir.