Martin Scorsese’nin “Aviator”ı hayata geçirmesinin ardından Jim Carrey ile olan Howard Huges projesini rafa kaldıran Christopher Nolan, ilk biyografik drama denemesiyle karşımızda: Oppenheimer
Nolan, son filminde dünya tarihinin kaderini değiştiren ve “Atom bombasının babası” olarak bilinen fizikçi Julius Robert Oppenheimer’ın hayatını konu ediniyor.
Nolan’ın filmi için, Pulitzer Ödüllü Kai Bird ve Martin Sherwin imzalı, J. Robert Oppenheimer’ın biyografisi olan “Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü” isimli kitaptan ilham almış.
“The Prestige”(2006), “The Dark Knight” (2005, 2008, 2012) üçlemesi, “Inception”(2010), “Interstellar”(2014), “Memento”(2000), “Dunkirk”(2017), “Tenet”(2020) ile tüm dünyada izlenme rekorları kıran filmlerin yaratıcısı Nolan, günümüzün en çok konuşulan, anlatısında da tekniğinde de yenilik arayışında olan, filmleri merakla beklenen, ne çekse beğenen bir hayran kitlesine sahip olduğu kadar sevmeyeni de epey fazla olan bir yönetmen. Haliyle “Oppenheimer”ın da seyirciyi ikiye böleceği başından itibaren öngörülen bir durumdu.
“Oppenheimer” bu senenin en çok beklenen filmlerinden biriydi kuşkusuz. Ayrıca filmin 70 mm IMAX kamerayla çekildiği bilgisi (bunu filmin konusuyla da birleştirince) Nolan sinemasına sempati duyulmasa bile görsel gücünü merak ettiren teknik bir husus olarak seyircinin de sektördekilerin de dikkatini çekti. IMAX çekim şu ana dek üretilmiş en yüksek kalitedeki görüntü deneyimini vaat ediyor, öyle ki insan yüzünün her bir gözeneğine kadar detaylara vakıf olabiliyor, sahnenin içinde, mekândaymışsınız duygusunu veriyor. 3D filmi, 3D gözlük takmadan izlemek gibi bir nevi. Tabii dünya üzerinde bu gösterimi yapabilen sadece 30 sinema salonu olunca ve ülkemizde de bu salonlardan bulunmayınca bu deneyimden mahrum kaldık.
Pekiyi, bu deneyim gerçekten elzem mi?
Oppenheimer özelinde konuşacaksak değil, çünkü film -açılış planından itibaren- özellikle ilk bir saatini yakın ölçekli (omuz-kafa) planlar üzerinden götürdüğü için alan derinliği sunan ya da fonunda başka bir mizansen yaratabilen kadraj oluşturmadığından seyirciyi atmosferine dahil etmiyor, dolayısıyla bahsedilen duyguya da izin vermiyor. Filmin ya da karakterin duygusundan bağımsız olarak ele alınmalı bu kısım, tamamen teknik bir detay. Imax salonda deneyimle(ye)mesek de Cillian Murphy’nin performansıyla şahlanan J. Robert Oppenheimer’ı, bilim insanı kimliği dışında psikolojik olarak da ele alan Christopher Nolan, çok başarılı bir karakter tahlili sunuyor.
Bir o kadar etkileyici performansı Robert Downey Jr.’ın Lewis Strauss yorumunda izliyoruz. Strauss, ABD’nin nükleer enerji araştırmalarından sorumlu federal kurumu AEC’nin (Atomic Energy Commission) başkanlığını da yürütmüş olan bir iş insanıydı. Karakterin finalde geldiği nokta açısından Nolan sürpriz yapmayı hedeflemiş ama motivasyonunun eksik çizilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Yine de hem Cillian Murphy hem de Robert Downey Jr. için Oscar adaylığının geleceğine kesin gözüyle bakılabilir.
Emily Blunt, kendisi de bir bilim insanı, biyolog ve J. Robert Oppenheimer’ın eşi Katherine Oppenheimer rolünde karşımıza çıkıyor. Kadın karakterler Nolan sinemasında ekseriyetle yüzeysel ve arka planda kalırken bu eksiklik, bir nebze de olsa Katherine ile aşılmış gibi, tabii daha ayrıntılı yazılabilseydi daha derinlikli bir portre çıkartabilirmiş Blunt sanki, ancak yine de sırıtmıyor.
Jean Totlock içinse aynısını söylemek mümkün değil, Florence Pugh’ın canlandırdığı Totlock, Komünist Parti üyelerinden biri ve Robert’ın evlenmeden önce de evliyken de sorunlu bir ilişki yaşadığı sevgilisi rolünde epey zayıf çizilmiş. Oppenheimer’ın komünist geçmişine de değinen filmde Totlock’ı, salt Oppie’yle yaşadığı cinsel ilişkinin sınırları içinde resmetmek biraz da haksızlık olmuş.
Manhattan Projesi’nin askeri yönetimini üstlenen Korgeneral Leslie Groves rolündeyse bizi yanıltmayan, alışkın olduğumuz performansıyla Matt Damon karşımıza çıkıyor.
Filmin ünlüler geçidi olan castında Gary Oldman ve Rami Malek de yer alıyor. Malek, “bunu bir figürasyon da oynayabilirdi” diyebileceğimiz David Hill gibi basit, işlevsiz bir rolde karşımıza çıkarak başta epey şaşırtıyor ama kendisini finalde düğümü çözen kilit adam olarak görmek şaşkınlığımızı ikiye katlıyor. Bu anlamda gerek David Hill gerek Lewis Strauss, başlangıcı ile finali arasında köprü kurulamamış, işlenememiş, motivasyonu eksik kalan karakterler olarak filmin eksi hanesine yazılabilecek hususlar oluyor.
Çok Konuşan Bir Filme Hazır Olun
Kimi seyirci için yoğun diyaloglu olan bu filme odaklanmak zor olabilir çünkü bu film çok konuşuyor, üstelik 3 saat boyunca. Hiç es vermeden karakterlerini sürekli konuşturan ve yakın planlarla olay örgüsü içinde seyircisini de sıkıştırmayı başaran Nolan, sessizliğe gömülerek bombayı patlatıyor. Filmin görsel ve ses tasarım açısından en etkileyici sahnelerinden biri olan atom bombasının patlama anından itibaren seyirci de kadraj da bir nebze nefes alıyor.
Film, Oppenheimer’ın Avrupa’daki öğrencilik yıllarından 1930’larda Kaliforniya’da profesörlük yaptığı döneme şöyle bir uğrayıp, sonrasında Manhattan Projesi günlerine odaklanıyor.
Manhattan Projesi kapsamında Oppenheimer ve ekibi İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdirmek amacıyla New Mexico’nun Los Alamos bölgesinde nükleer silah geliştirmeye çalışıyorlar. Ancak film bu hazırlığa değil de daha çok Oppenheimer’ın bir vatan haini olarak adlandırılmasına sebep olan Strauss’un kumpasına ve mahkeme sahnelerine meylediyor. Bu anlamda hikâye yanı fazlasıyla malzeme barındıran, gerilim dozu da yüksek politik ve tarihi bir film izliyoruz.
“Yüreğimi Döv, Üç Kişilik Tanrı”
Cristopher Nolan denildiğinde filmlerinin görsel ve anlatımsal gücü akla geliyor kaçınılmaz olarak. Klasik “Nolan şatafatını” janjanlı bir ambalajda bulamayacaksınız belki ama bu, hiç olmadığı anlamına gelmiyor. Diğer filmlerine nazaran bu kez güçlü ve işlevsel dramatik anlatı öne çıkıyor.
Robert Oppenheimer, 1945 Temmuz’unda yapılan tarihin ilk atom bombası testine John Donne‘ın Hristiyanlığın Kutsal Üçlemesini merkeze alan sonesinin “Yüreğimi döv, üç kişilik Tanrı” dizesi eşliğinde Trinity ismini veriyor. Trinity, Hristiyanlık’taki teslis inancı, baba-oğul-kutsal ruhtan oluşan üçlemenin adı, Nolan da hikâyesini birbiri içine geçen üç zamana ayırıp, filmin renklerini 3 farklı kadrajda sunuyor; siyah-beyaz, renkli ve daha az renkli.
Nolan, görüntü yönetmeni olarak daha önceki filmleri Tenet, Dunkirk, Interstellar’da olduğu gibi Hoyte Van Hoytema ile çalışmış. Hoytema’nın kadrajları her zamanki gibi çok şık.
Filmin müzikleri ise The Mandalorian, Black Panther ve Tenet’ten hatırlayacağımız Ludwig Göransson’a teslim edilmiş. Zaman zaman diyalogları baskılayan ve sahnenin önüne geçen seçimler manipülatif ve rahatsız edici kalmış.
“Şimdi Ben Ölüm Oldum, Dünyaların Yok Edicisi.”
Trinity Testi’nin başarısından sonra başta Robert Oppenheimer olmak üzere bilim insanları cephesinde işin akıbeti açısından bir endişe belirir. Elde bulunan bombalar Japonya’ya karşı kullanılacaktır, nitekim kullanılır da.
Almanlar’ın 2.Dünya Savaşı sonunda teslim olması, Amerika’yı, Almanlar’a karşı geliştirmiş oldukları atom bombasını Hiroşima ve Nagazaki üzerinde denemekten alıkoymaz. (Neyse ki Nolan bu iki şehri bombalanırken göstermiyor, bunu da filmin artı hanesine yazmalı.) Sadece bombanın atıldığı an değil sonrasında da ölümlerin devam etmesiyle yüz binlerle ifade edilen bir kıyım yaşanır.
Atom silahlarının olduğu bir dünyada savaşların son bulacağını düşünen Oppenheimer, atom bombasının mucidi olarak bilinse de bu silahların üretilip kullanılmasına karşı çıkar. Ölüm haberleriyle birlikte vicdan muhasebesine giren Oppenheimer, Hava Kuvvetleri’nin savaş programlarını da eleştirir.
Robert Oppenheimer’ın yaşadığı tramvatik anların yansıtıldığı kadrajlar estetik ve dramatik anlamda çok vurucu. Filmin sinematografisinde hem öne çıkıyor hem de en çok akılda kalan yerler oluyor.
Ülkesinin kahramanıyken Strauss’un şahsi gareziyle hedef aldığı Oppenheimer, yine Strauss’un tezgahladığı bir planla iç güvenlik sorunu olarak lanse edilir.
Komünist geçmişi bilinmesine rağmen atom bombası üretmesi için kurulan ekibin lideri seçilen Oppenheimer, hükmün verilmediği ama suçlarından dolayı sorgulandığı bir mahkemede bulur kendisini. Anlatının diğer bölümünde de Strauss’un sorgulandığı mahkeme gösterilir.
Nolan bilim ve hükümetler arasındaki karmaşık ilişkiyi açık bir şekilde irdelemeye çalışmış ama bilim insanının etik anlayışını sorgulamak, Robert Oppenheimer’ı yargılamak yerine anlamaya gayret etmiş izlenimi veriyor. Asla onu suçlayan alanlar açmamış. Travmatik anlar yaşasa da “Ellerime kan bulaştığını düşünüyorum” dese de atom bombası üretmekten dolayı pişman olduğunu söyleyen bir bilim insanı yok karşımızda, bu cümleyi Oppenheimer hayatı boyunca hiç kurmamış. İster istemez “atomun gizemli gurusu” keyif mi almış bu başarıdan? diye soruveriyoruz. Çok parlak ve çok zeki bir fizikçi olarak Çehov’un o müthiş sözünü referans alırsak; “Eğer sahnede başlangıçta bir silah varsa, oyunun sonunda mutlaka patlar” öngörüsünde de bulunamamış mı? Belki Strauss seyircinin aklındaki bazı soruları dillendiriyor ama ne zaman? Yaptığı kumpas açığa çıktığı, seyircinin onu “kötü adam” olarak kodladığı andan itibaren. Bu da Nolan’ı epey tarafgir kılıyor. Elbette bu yanıyla Amerikan liberallerinin hoşuna gidecek dört dörtlük bir film çıkarıyor.
Şahsi olarak söylemem gerekirse filmden bir an bile sıkılmadım, ismi tarihe geçen şahsiyetlerin hayatlarını izlemek her daim keyifli ve öğretici. Şikayet edildiği gibi yoğun diyalog trafiğinde odağımı da yitirmedim ancak görsel bir sanat olduğuna ve anlatmaktan/konuşmaktan çok görsel dili kullanarak derdini ifade etmesini tercih ettiğim sinema anlayışım içerisinde “Oppenheimer”ı ortalama bir film kategorisine koymak durumundayım.
Biyografi, bilim, politik gerilim, tarih gibi konulara ilginiz varsa ve zaten bir Nolan hayranı iseniz filmi vizyondayken görmenizi tavsiye ederim. İyi seyirler.