Öykü Gazetesinin organizasyonuyla Dünya Öykü Günü kutlamaları Beyoğlu’ndaki Cezayir Toplantı Salonu’nda gerçekleştirildi. Kutlamalar çerçevesinde tiyatro sanatçıları ünlü yazarların öykülerine ses verdi. Ece Dizdar ve Emir Çubukçu; Leyla Erbil’in ‘Clinton Gadson’ öyküsünü, Tuğrul Tülek; Bilge Karasu’nun ‘Doğum’ ve ‘İlk Susan’ öykülerini, Deniz Türkali ise; Aslı Erdoğan’ın ‘Başlangıç’ öyküsünü okudu. Organizasyon adına Ayşegül Tozeren bir konuşma yaparken, tangocu Yeşim Nater ve Hayrettin Sarı çifti Astor Piazzola’dan Libertango’yu yorumladı. 14 Şubat Dünya Öykü Günü bildirisini ise yazar Aslı Erdoğan okudu. Dünya Öykü Günü’nü Şaşkın Melek’e adayan Aslı Erdoğan’ın konuşmasının tam metnini yayınlıyoruz:
Ben çok kötü bir konuşmacıyım. Şimdiden özür dilerim. Metni belki beş kez değiştirdim. En son da gelirken başka bir metin düşündüm ama hepsini bir arada toparlamaya çalışacağım. Bugün, Dünya Öykü Günü. Öykü Günü adına her yıl bir yazar küçük bir konuşma yapıyor. Ben ne olarak konuşayım? Bir öykücü olarak, bir yazar olarak, hapisten yeni çıkmış bir yazar olarak bütün bunları nasıl bir araya getireyim dedim. Getiremedim. Ve sonunda hiç beklenmedik hiç politik olmayan bir konuşmada karar kıldım. Yazmak üstüne, daha doğrusu insanın yazgısı üzerine birkaç cümle sıralayacağım. Bütün bunları yalnızca hikâye olarak düşünmedim. Çok daha genel ya da en genel anlamıyla kelime, hikâye anlatmak üzerine düşündüm.
Bütün bunların sözle başladığını, tek bir sözcükle hiçlikten çıkıp geldiğini söyler kadim metinler. Kutsal, kayıp, sınırsız, sonsuz bir sözcük. O ilk imkânsız sözcüğü çok uzun zamandır arıyoruz. Kâğıtların başına oturuyor, günler geceler boyu dinliyor, işitiyor, anlatıyor, ekliyoruz. Birbirini yineleyen, yankılayan, yadsıyan sözcükler getiriyoruz bir araya. Sözcükten sözcüğe akan boşlukta el yordamıyla yolumuzu arıyoruz. Binlerce geçmiş, binlerce hikâye, sayıya vurulamayacak kadar çok ölüm arasında. Sanki ucu bucağı görülmeyen bir ırmağın kıyısında yani var olabildiğimiz tek yerde durmuş, kendi yazgımıza mıhlanmış, onun ardı sıra bıraktığı kabukları topluyor, kulak kabartıyoruz. Sarp kayalıklardan imgeler koparıp alıyor, defalarca çiğnenmiş çamurda kendi biricik hakikatimizi arıyoruz. Her şeyi yutup kendi dokusuna katan büyük sessizlikten bir sözcük dileniyor, karşılığında kendi kanımızı veriyoruz. Bir sözcük bir sözcük daha, bir başlangıç bir hikâye daha sessizliğe çarpıp duran ve hep tamamlanmamış kalan.
Sesini arayan acı, imgesini arayan ses, bomboş uğultulu kabuklar. Avuç avuç fırlatıyoruz sözcükleri biz dünyaya. Anlattıkça yitirdiğimiz o koskocaman suskun taştan dünyaya. Boş beyaz kâğıtların başına oturuyor, sabırla dinliyoruz. Günler, geceler, yıllar boyu. Baştan alıyor, yörünge değiştirip bir çember daha çiziyor ve bekliyoruz. Kurumuş bir kabuğun hayatla dolmasını. Hayatla dolsun ve bir sesi olsun. İşte bu ses, bize ait olduğunu sandığımız bu ses, sayısız dünyayı çağırıyor. Çoktan sönmüş iz karası dünyalarla, boşluktan doğmaya hazırlananlara. Her şeyin bütünlendiği, en koyu en gerçek anlamına kavuştuğu bir dünyayı, saf ışıktan ve düşlerden oluşmuş bir başkasını. Bu genelde edebiyat üzerine.
Şaşkın Melek “Edebiyat”
Yazmayı düşündüğüm ve yazılmamış kalan ikinci konuşmaysa: Şaşkın Melek. Dünyanın bir ucundan bir ucuna dolaşır, sıradan, çirkin, korkunç sahneler görür. Kanadının bir ucuyla dokunduğunda saf ışıktan oluşmuş bir imgeye dönüştürür diye yazmışım yıllar önce. Gene yıllar önce bir başka meleği anlatmıştım. Bu insanlar arasında yaşamaya gelmiş ve insanların gecesini bir ucundan diğerine geçmiş, aşmış. Pek çok sırrı, suçu, mucizeyi ve insan olmanın yol ayrımını görmüş. Her şeyi görmüş ve her şeyde kendini görmüş bir melek. Bizde geceleyen ve bizde tükenen. Bu melek bir nezarethaneye geliyor kitabımda. Ve bütün mahkûmlara, mahpuslara, kapatılmışlara küçücük bir hediye getiriyor. Bir kanat sesi veriyor kimine; kimine küçücük bir şarkı, kimine çocukluğundan kalma bir anı. Elleri kolları dopdolu geliyor. Mektuplar, müjdeler, vaatler… Ve herkesi kucaklıyor. Ve küçücük bir dokunuşla bazen bir hikâyeyle bazen bir ezgiyle bazen bir fısıltıyla yatıştırıyor. Ve giderken onlara son özgür ülkelerini bırakıyor rüzgârın. Ve bu meleğin sonu hiçbir zaman bilinmiyor.
Bu sonu herkes kendince buluyor. Kimileri için uçup gidiyor. Kimileri için polisin silahını çekip intihar ediyor. Kimileri için işkencede ölüyor. Ve bu meleğin hikâyesi asla tamamlanmıyor. Çünkü bütün hikâyenin bir parçası hepimizde, her birimizde ve bu parçalar hiçbir zaman bütünleşmiyorlar. Ve bu melek bir ezgi bırakıyor geride. Hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan ezgi, ya da o ilk sözcük diyebiliriz. O ezgi ve o da herkesin yolunu yitirdiği bir yola koyuluyor. Ve yola çıkan her insan yüreğinde biraz daha dalga dalga kabarıyor. Bu melek ya da şaşkın meleğimiz bizim tabii ki edebiyatın bir metaforu olarak da algılanabilir. Ama ondan çok daha fazlası bence. İnsan hikâyesinin bir metaforu olarak düşündüm. Ve bu meleğe adamak istiyorum Dünya Öykü Günü’nü. Bizim baş öykü anlatıcımız o. Tüm söylemek istediğim buydu. Bir şaşkın melekle nezaret köşesindeki bu konuşmayı bitireyim. İyi Günler. Teşekkürler.