Ali Saim Ülgen’in mimarlık tarihimize yeni perspektifler sağlayacak boyuttaki arşivi Salt Galata’da bir sergiyle gün yüzüne çıkıyor. Ama “arşiv”i değerlendirirken taraf olmak gerek.
Mimar, eğitimci, restoratör Ali Saim Ülgen’in (1914-1963) mükemmeliyetçi kişiliğiyle kılı kırk yararak oluşturduğu arşiv, kütüphanesi, yazıları, haritaları… Salt Galata’nın Açık Arşiv’inde de bir sergiyle gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Hizmet büyük: Binlerce fotoğraf, çizim, makale, tamamlanmamış kitaplar, Vakıflar’dan üniversitelere yüzlerce belge kimbilir neleri aydınlatmakta hangi araştırmalara kaynaklık edecek?
Mutlu-kutlu-bol teşekkürlü-duygulu-konferanslı sergi açılışında beni asıl etkileyen, arşivin açılmasından çok, “hangi” araştırmalarda kullanılabileceğinin altının çizilmesi, böylece üst üste yığılan arşivlerin ortaya çıkarabileceği anlamsız ve hatta tehlikeli sonuçlara dikkat çekilmesi oldu.
Dikkat çekme, Ali Saim Ülgen arşivlerinin ve 8 Şubat-24 Mart 2013 tarihleri arasında açık kalacak serginin düzenlenmesinde büyük katkıları olan tarihçi Ahmet Ersoy’dan geldi. Ersoy, konferanstaki konuşmasında “yargı ibraz etmek”ten kaçınacağını söyleyerek, Ali Saim Ülgen’in sanat tarihi yazımındaki yaklaşımını hatırlattı. Ama yargıyı o ibraz etmediyse de arşivin değerlendirilmesinde –yargısız olunabilir tabii- yorumsuz ve tarafsız kalınırsa üst üste yığılan belge ve fotoğraflardan ortada yalnızca taraflı bir anlatıyı sürdürmek kalacağını söylediğini varsaymak hiç de hatalı olmaz.
Bu konuşmayla, Ali Saim Ülgen’in onarımını gerçekleştirdiği yapılar, olağanüstü titiz çalışması, makaleleri, incelikli yazı uslubu… –ki biz de aşağıda kısa bir biyografiyle ona saygıda kusur etmemeye çalışacağız- büyük bir şükranla anıldı tabii. Ama Ülgen’in sanat tarihine büyük hizmetleri olsa da tarih yazımını milliyetçi perspektifle güdükleştiren, yanlışlar ve büyüklenme sanrılarıyla dolduran, başka milletlerin hakkını yemekten imtina etmeyen Arseven, Aslanapa, Barkan, İnan… ekolünden geldiği nesnel gerçeğiyle karşılaştık. Yani şu Mimar Sinan’ın kafatasını mezardan çıkarıp Ermeni olmadığını ispatlamaya çalışan, Arap ve İran kaynaklı İslam sanatını dekoratif olmakla suçlayan, Süleymaniye kubbesinin Ayasofya ile hiçbir ilgisi olmayıp Türk “yurt”larının dairesel planınından geldiğini söyleyen, piramitlerin –ehramların- bile çadırdan esinlendiğini savunan bir nevi güneş-dil teorisi yaratmaya çalışan ekolden… Son derece kaba söylüyorum, Ersoy bunları asla bu sözcükleri kullanmadan, incelikle hatırlattı, tıpkı Ülgen’in “Osmanlı Türk’ten farklıdır” dediği için linç edilen Diez’e yazdığı suçlama dolu yazıdaki zarafetle.
Tarihçi, Yerel Ekol’ün, henüz 1930’lar, 40’lar ve 50’lere gelmeden, 1873’te daha çok İran ve Araplara atfedilen İslam sanatına karşı rasyonel bazda olduğu savunulan münferit bir Osmanlı sanat tarihi önerisiyle başladığını hatırlattı. Sonra Celal Esat Arseven’in “Türk sanatının varlığını ispatlayan” Türk Sanatı kitabı geliyor 1928’de. Bir diğer cephede de formların toplumların ruhunu yansıttığını savunan ve her şeyi Greko-Romen Akdeniz dünyasına atfeden Batı kökenli bir yaklaşıma karşı geliştirilen –kulağa hoş geliyor, ama…- ve Kuzey’i öne çıkaran Alman Formalist Ekol var. Bu idealist bakışın kapsamı içindeki Viyanalı-Polonyalı Josef Strzygowski’nin Ortadoğu’nun Avrupa sanatındaki rolüne işaret eden ve yazılı kültürleri olmayan halkların, mesela Türklerin, mesela halı düğümünden, mesela çadırdan yola çıkılarak tüm dünya sanatındaki formların kaynağında olduklarına ilişkin görüşünün Avusturya-Macaristan, Türkiye ve Hindistan’daki sanat tarihi yazımlarında etkisi büyük. Sonrasında ateşli bir Hitler taraftarı olan Strzygowski de sanat eserlerinin nesnel tezahürler olması gibi, dönemin ruhunu yansıtıyordu kuşkusuz.
Araştırma yapılırken veya hiç olmazsa göz atılırken, bir arşivin kimin tarafından hangi dönemde yapıldığı ve belgelerin hangi gözle toplanmış olduğu vurgulanmazsa arşiv ortaya çıkarma tutkusu bir bıçak sırtı sunuyor insana. Salt Galata’daki sergiyi bu gözle gezmek gerek, ama asıl arşivin tetikleyeceği araştırmalara dikkat!
Mimarlikmuzesi.org’dan Ali Saim Ülgen biyografisi:
Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi’nde gördü. 1938’de Güzel Sanatlar Akademisi (GSA) (b.MSÜ) Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirdikten sonra aynı kurumda mimarlık tarihi ve şehircilik asistanı oldu, aynı yıl anıtlar ve şehircilik alanında açılan Avrupa sınavını kazanarak Maarif Vekâleti’nce Almanya’ya gönderildi. 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Fransa’ya geçti ve burada Notre Dame Kilisesi’nin onarımında çalıştı. Fransa’nın da savaşa girmesi üzerine yurda dönen Ülgen 1940’ta askerlik hizmetini gördüğü Maraş’ta yörenin sivil mimarlığını inceledi. 1943’te GSA Yüksek Mimarlık Bölümü’nde sanat tarihi öğretmenliği görevine döndü.1944’te Maarif Vekâleti’nin isteği üzerine Ankara Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Anıtlar Şubesi müdürlüğüne atandı. Böylece ilk olarak tarihsel yapılar üzerine rasyonel biçimde uygulamalı çalışmalar yapma olanağına kavuştu ve çevresinde topladığı meslektaşlarına geliştirdiği yöntemleri öğretmeye başladı. Bir yandan da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün restorasyon işleriyle ilgilenen Ülgen, sonunda bu kuruma geçerek Abide ve Yapım İşleri Dairesi’nde görev aldı. AÜ Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde sanat tarihi dersleri vermeyi sürdürdü.
Ülgen, İstanbul, Trakya ve Anadolu’da 150’ye yakın yapıtın onarımını gerçekleştirdi, 300’ü aşkın yapıtın onarımına da katkıda bulundu. Ayrıca, Irak, Ürdün ve Libya’daki İslam ve Türk eserlerinin onarımlarıyla da ilgilendi. Özellikle Süleymaniye Külliyesi onarımıyla yakından ilgilendi, yapının bilinmeyen yönlerini ortaya çıkararak özgünlüğüne kavuşmasını, sonradan yapılan eklerin ayıklanmasını sağladı. Onarımını gerçekleştirdiği öteki yapılar arasında, Hacıbektaş Külliyesi (Nevşehir), Sırçalı Mescit ve Karatay Medresesi (Konya), Seyit Battal Gazi Külliyesi (Seyitgazi, Eskişehir) ve Kubbet-üs-Sahra (Kudüs) sayılabilir.
Atatürk tarafından Mimar Sinan’ın yapıtlarının rölövelerini yapması istenen Ülgen, ömrü boyunca bir yandan da bu kitabın hazırlıkları üzerinde çalışmış, ancak mükemmeliyetçiliği nedeniyle yayımlayamadan yaşamını yitirdi.