A password will be e-mailed to you.

75 protestocu BP’yle Tate Modern müzesinin sponsorluk anlaşmasının iptali için müzeyi 24 saatten fazla işgal edince 2011 tarihinde Naomi Klein’ın da içinde bulunduğu bir sanatçı ve felsefecilerden oluşan grubun müzeye yazdığı ve BP’yle ilişkisini sorguladığı mektup döneminde Ayşegül Sönmez’in Brian Holmes ile yaptığı söyleşiyi yayınlamak gerekti.

İngiltere’nin ünlü müzesi Tate’in Mübarek rejimiyle sıkı fıkı olan BP ile sponsorluk sözleşmesini bitirmesi için gönderilen akademisyen, sanatçı ve yazarların imzasının bulunduğu mektubun altında onun da imzası vardı. Ünlü kuramcı ve aktivist Brian Holmes mektupla ilgili olarak ilk kez konuştu.

Ayşegül Sönmez: Naomi Klein ve benzeri yazar ve sanatçılarla imzaladığınız şu mektup… Bunun sanat dünyasının dünyayı değiştirmek için kolektif olarak hareket ettiği ender anlardan biri olduğunu düşünüyorum. Bir aksiyon yarattı. Aktivistlerden biri olarak sizce bu mektubun önemi nedir?

Brian Holmes: Bu mektubun ardında ‘Platform Londra’ olarak bilinen müstesna bir grup var. İstisnailer çünkü modernist kurumların sınırlılıklarını aşmaya çalışan 1960’ların ve ‘70’lerin radikal-deneyimsel pratiklerinin verdiği sözü yerine getiriyorlar. Sadece sanat kurumlarından değil, aynı zamanda akademik, siyasal ve iletişimsel kurumlardan bahsediyorum. Bu türden pratikler iş üretmezler, en azından temel olarak iş üretmezler. Bunun yerine vakalar yaratırlar ve bu vakalar dolayımıyla toplumu şekillendirmeye çalışırlar. Platform aynı zamanda eğitimsel ve sanatsal olarak aktivist ve grup tüm bunları çağdaş iletişim medyası ile üretmeye muktedir. Fark yaratan, toplumsal bir varlığı olan, elle tutulur vakalar yaratıyorlar. Bu tür bir ‘vaka-iş’in kurumsal nötralizasyondan kaçmak ve yapıcı bir eleştiri yaratmak için yegane yol olduğunu düşünüyorum. BP’nin bize buyurduğu gibi düşünmek ve hissetmek zorunda değiliz. Kurumsallaşmış kapitalizmin süre giden yıkımına kolektif bir karşılık vermek için daha büyük bir güç geliştirmek zorundayız. Eski sözleri yeni biçimlerde yerine getirmeye teşebbüs eden projelere katılmaktan ötürü memnunum.

 

Kendinizi ‘neo-liberalizmin uzun soluklu bir eleştirmeni’ olarak tarif ediyorsunuz. Bu otomatik olarak anaakım sanat sahnesinde üretilen ve sergilenen şeylerin de uzun soluklu bir eleştirmeni olduğunuz anlamına da gelmez mi?

Yıllardır 1970’lerin uzayan krizine bir karşılık olarak ortaya çıkan mali kalkınma kalıplarını çözümlüyorum. Bu kapitalizmin sonuçlarını tenkit ediyorum; sadece sanat alanında değil, başka alanlarda da. Bir kültürel eleştirmenim; o yüzden asli kaygım toplumsal biçim, kolektif varoluşa biçim veren tüm yönelimler. Bunun için birçok disiplinin içgörüsünü kullanıyorum: İktisat, toplumbilim, psikoloji, coğrafya, felsefe ve aynı zamanda sanat. Benim için desteklediğim projeleri tek bir disipline ya da mesleki alana indirgememek önemli çünkü tümü birkaç çizgiyi birden kesiyor, bütünlüğe, toplumsal bütüne erişme çabasında birçok alanı kullanıyor. Sanatı yegane kaygım haline getirmesem de, sanat çevrelerini bu türden bir iş için yeni düşüncelere gayet açık görüyorum. Gene de sorunuzda varsaydığınız türden bir otomatizme karşı bir miktar mücadele etmem gerekiyor! 


“Neo-liberal toplum yoğun bir biçimde düzenlenir ve aşırı derecede kodlanmıştır. Aktivizm gerçek engellerle yüzleşmek zorundadır: Savaşla, yoksullukla, sınıfla, ırksal baskıyla…” Bir aktivist BM’de çalışır gibi mi çalışır? Sanırım tek bir neo-liberal toplum yok. Farklı farklı neo-liberal toplumlar var ve farklı derecede kodlanmışlar. Türkiye’de YouTube’u ya da kişisel blog’ları yasaklayan bir hükümet var mesela. Bu size ne ifade ediyor?

Haklısınız, evrenselci olmamaya büyük özen göstermeli. Ya da daha doğrusu, evrenselciliğin eksik kalmış olduğunu; yerel girdi, bağlam, kültür, özgül coğrafi mekanlardan tekil karşılıklar gerektirdiğini göstermek için büyük özen göstermeli. Bu özellikle benim Amerikan evrenselciliğim Türkiye toplumuyla karşılaştığında geçerli! Burası dilini konuşmadığım, tarihini bilmediğim bir yer. Türkiye’nin kültürel eleştirmeni olduğum iddiasını taşımıyorum, eğer bir yanlış anlama olduysa lütfen affedin. Ne var ki kapitalist dünya pazarının herhangi bir şeyin olabileceği en üst mertebede evrensel olduğunu düşünüyorum; özellikle de görünürdeki her tür yerel farka uyum sağladığı için. Dünya pazarı, tüm kod ve altyapılarıyla, pragmatik bir evrenseldir; inşa edilmiş bir evrenseldir. O yüzden, bir kültürel eleştirmen olarak, dünya pazarına dair çok yönlü bir kavrayışı Türkiye bağlamı ile karşılaştırabilir ve ardından sorular sorabilirim. Bu Claire Pentecost ile birlikte son İstanbul Bienali için yazdığımız, ‘Kavrayış Siyaseti’ başlıklı makalemizde yapmaya çalıştığımız şey. Türkiye’de dünya pazarının etkileri ve potansiyeli ve aynı zamanda çelişkileri ve özellikle Türkçe terimlerle ifade edildiği biçimiyle kör noktaları hakkında bilgi edinmek istedik. Sorularımızın bir kısmına cevap aldık ve daha fazlasını duymak istiyoruz.

 

Mektuba dönecek olursak, o mektup aslında basit ve gelenekçi bir protesto yöntemi değil mi?

Tüketim toplumu bu şekilde çalışır: Size kim olduğunuzu söylemek yerine, kendi açısından kim olabileceğinizi sorar. Falanca ürünü kullandığınızda kim olabilirsiniz? Filanca hizmeti satın aldığınızda nasıl gelişebilirsiniz? Hür iradenizle verdiğiniz cevap sadece ürünü ya da hizmeti satın almanızı içermez, aynı zamanda sizin gibi insanlar hakkında daha fazla malumat sağlar; böylece ürün ya da hizmet, arzularınıza daha uygun bir hale getirilebilir. Sonunda tüketim toplumunun yaptığı, sizin tekil arzularını toptan yok etmek ve bu şekilde muhtemel herhangi bir özerklik mücadelesinin kökünü kazımaktır. Gerçekten bu türden bir aşırı kodlamadan kaçma ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Gelenekçi protesto çoğu zaman harikadır fakat ben hem ret hem yaratıcılık içeren, daha kültürel ya da psişik bir protesto türünden bahsediyorum.

 

Diyelim ki sanat tarihinden kaçıyor. Kaçan kimse, köklerini Dada’da ya da Punk’ta ya da her ikisinde birden mi bulur? Yoksa henüz yazılmamış bir yerde mi bulacak?

Henüz yazılmamış olanı tercih ederim! Sanat tarihinde gerçekten yeni her yol, geçmişin cevaplanmamış sorularından bugünün gerçekleştirilmemiş imkanlarına uzanır.

 

”Aşıkların yatağından kalabalığın vahşi sarmalayışına, ağların yabancı dokunuşuna kadar, 20. yüzyıla parmak ısırtacak şey, samimiyet ve onun sanatsal ifadeleri olabilir.” Bu güzel şiirsel önermeniz hakkında konuşalım. Breton’un ütopyasını akla getirdiğini söylesem?

Breton’un Nadja’sı şaşırtıcı bir güç olmayı sürdürüyor. Benim tecrübe ettiğim türden bir ‘kıtasal sürüklenme’ ile çok bağlantılı. Ben ve arkadaşlarım için ilgi çekici olan, enformasyonla, olgusal bilgiyle deneyimi, hayal gücünü ve rüyaları yüzleştirmek. Bu aynı zamanda toplumbilimsel kuramı, toplantıların ve karşılıklı konuşmaların tekilliğinde eritmekle ilgili. Samimiyet dokunmanın, aracısız sesin mekanı. Bu şiirsel önermeleri yazmayı seviyorum. Birçok karşılaşma, farklı yönlere giden inanılmaz samimiyetler üretiyor.

 

Sanatçı Thomas Hirschhorn “Siyasal olarak sanat yapmak, sanatı bir araç olarak kullanmaktır” diyor. Hirschhorn’a katılmamak elde mi?

Thomas Hirschhorn sanatçıların nasıl direngen olmaya çalıştıklarının, gene de kendilerini normalleştirici kurumsal çerçevelerin içinde bulduklarının çok daha basit ve belirgin bir örneği. Hirschhorn birtakım büyük işler yaptı, ona şüphe yok. Fakat, kim bilir hangi emlak projesi ya da milyoner vakfın bunun için kendisini finanse ettiği pencere giydirmesinde olduğu gibi sık görülen vakalardan birinde dahi, biz sadece oturup onun yaptıklarını mı takdir ediyoruz? Benim için sanat dünyasının sıkıcı yanı bu, çıkmaz sokak bu. Ve sanatın iktidarla suç ortağı olduğu yer de bu. Bu yüzden, mesleki bir rutin olarak sanat eleştirisi asla benim kalemim olamaz. Kendi projelerimi yürütürüm daha iyi.

 

Bir keresinde, “Sanat sahnesinin yeni fikirler üretmek için, kuram için iyi olduğunu” söylemiştiniz. Fakat bu sahne, neo-liberal buyurucular tarafından yönetilen büyük sahne tarafından belirleniyor. Sadece tek bir dünya var, bir başkası, bir ütopya mekanı yok… 

Hepimize buyrulduğu, her şeyin önceden belirlendiği fikri bana çok boş geliyor. Direniş var olandan ontolojik bir farklılık yaratmak anlamına gelir. Bunu gerçekleştirme kabiliyetimiz trajik biçimde sınırlıdır. Fakat bu kabiliyete sahibiz. En azından benim fikrim bu.

Brian Holmes kimdir?

Kuramcı ve aktivist Kaliforniyalı kuramcı, yazar ve aktivist. Fransız bağımsız kolektif Do Not Bend ve Bureau d’Etudes’un üyesiydi. 10. Documenta sergisinin İngilizce yayınlar editörüydü. Nettime, Springerin, Brumaria ve Multitudes gibi bağımsız disiplinlerarası yayınlarda çalışıyor. Son dönemde Continental Drift başlığı altında özerk seminerler düzenliyor. En son kitabı Escape The Overcode, Van Abbemuseum yayınlarından çıktı. .

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 22:27:42