Marslı’nın bir ‘uzay filmi’ olmasını bir kenara bırakıp onu sadece bir ‘hayatta kalma filmi’ olarak okumaya çalıştığımızda da maalesef filmin karakter çalışmasındaki eksiklik daha da belirginleşiyor.
Son yıllarda, uzayda mahsur kalmış astronotların hayatta kalmak ve eve dönmek için savrulup debelendiği filmleri pek sık seyreder olduk. Yerçekimi’nde yeniden ayakları üzerinde durmak için bir sebep arayan astronot Ryan’ın öyküsünü izledik. Bu filmin hemen ertesi senesinde ise Yıldızlararası’nda kızına kavuşmak için kara deliklerin içinden çıkmaya çabalayan Cooper ile tanıştık. Bu sene de, bilim-kurgu sinemasına unutulmaz klasikler armağan etmiş yönetmen Ridley Scott, Mark Watney ile tanıştırıyor bizleri; Mars’ta unutulan ve yardımın gelmesi için orada beş yüz küsur Sol (Mars günü demekmiş) geçirmek zorunda kalan Chicago Üniversitesi mezunu (!), espri meraklısı, botanist astronotumuzla, bir diğer deyişle filmimizin esas adamıyla…
Mark’ı anlatmak için adamın okuduğu mektebi bile yazmamızın bir sebebi var elbette. Film boyunca Mark hakkında bildiklerimiz/öğrendiklerimiz astronotumuzun diplomasını nereden aldığı ya da en fazla disko müziğini sevmemesinden öteye gitmiyor çünkü. Ne bir geçmiş öyküsü var Mark’ın ne de diğer ‘uzayda mahsur kalan astronot’ filmlerinden meslektaşları olan Ryan ve Cooper gibi uzayda tutanacak bir şeyler araması ve eve dönmesi için bir sebebi. O, sadece uzayda nasıl hayatta kalabileceğine dair gerekli bilgiye ve donanıma sahip bir Discovery Channel sunucusu; adeta Kızıl Gezegen’de yaşayan bir Bear Grylls. Zaten Marslı’yı da vizyona girmesinden bu yana aldığı tüm o hard sci-fi (harbi bilim-kurgu diye çevirebiliriz herhalde) övgülerine karşın başka bir Ridley Scott bilim kurgu klasiği olarak kabul edemeyecek olmamızın sebebi de filmin ana ‘karakter’indeki bu içi doldurulmamışlık. En iyi haliyle Mark’ın zaten bir insan evladından çok hakikaten bir Marslı olduğu kabul edilebilir herhalde. Zira Mars’ta yalnız başına iki yıla yakın zaman geçirip bir an olsun motivasyonunu yitirmeyen, kafayı sıyırma belirtileri göstermeyen, her türlü imkansız durumdan inanılmaz bir soğukkanlılıkla çıkmayı başaran ve tüm bunları niye yaptığını, niye koyvermediğini anlamadığımız bir adam var karşımızda. Yani burada açıkça bir karakter yaratma eksikliği, bir kahramanın yolculuğunu tasarlama sorunu var.
Filmin uyarlandığı Andy Weir’in kitabında, filmde de yer alan Hab’ın bir yırtık yüzünden aniden havaya uçtuğu sahneye dair kısa bir geri dönüş bölümü vardır. Weir, iki yüz küsur sayfa boyunca soluksuz anlattığı astronot Mark Watney’nin hikayesini yarıda keser ve Hab’ın ortasında sinsice oluşmaya başlayan yırtığın giderek nasıl da büyüdüğünü ve Watney’nin hikayesi içinde yer alan patlamaya sebep olduğunu ta NASA tesislerindeki teknisyen ihmallerinden başlayarak anlatır. Yazar, bir nev-i okuyucuyu yırtığın kısa yolculuğuna çıkarır ve hikayenin ortasındaki patlamayı nedenselleştirir. Bu bölüm, kitabın tek geri dönüş bölümüdür de aynı zamanda. Oysa Weir, yırtığa yaklaşımını ana karakterine uygulamaz. Yani Mark’ın Mars öncesi hikayesiyle, oraya neden geldiğiyle ya da evde onu neyin beklediğiyle ilgilenmez. Mark’ın Hab’daki yırtık kadar yaşanmışlığı yoktur yani kitapta. Film uyarlamasına döndüğümüzde ise; filmin anlatının akışını bozmamak gibi haklı sebeplerden ötürü Hab’ın kısa tarihine de yer vermediğini, kitapta yer alan bu bölümü uyarlama sırasında dışarıda bırakmayı tercih ettiğini görüyoruz. Kitabın öncelikli olarak önemsediği şeyin hikayenin bilimsel gerçekliği olduğunu düşünürsek, Weir’ın Hab’la ana karakteri Mark’tan daha fazla ilgileniyor olması tuhaf değil. İlginç olan; filmin – her ne kadar Hab yırtığı kısmını hikayeden çıkarılmış olsa da – tıpkı kitap gibi Mark’ı bir karakter olarak önemsememiş olması. Senarist Drew Goddard da tıpkı yazar Weir gibi Mars’ta yetişen patateslerle daha fazla ilgilenmiş anlaşılan.
Marslı’nın bir ‘uzay filmi’ olmasını bir kenara bırakıp onu sadece bir ‘hayatta kalma filmi’ olarak okumaya çalıştığımızda da maalesef filmin karakter çalışmasındaki eksiklik daha da belirginleşiyor. Mark’ın Mars’taki günlerini kayda alması bize tıpkı 127 Saat’in kayalar arasında sıkışan karakteri Aron Ralston’u hatırlatıyor. Aron da sıkıştığı yerden kurtulamayacağını düşündüğü için tıpkı Mars’tan çıkışı imkansız gibi görünen Mark gibi açıyor kamerasını ve başlıyor kayda. Asıl fark da burada ortaya çıkıyor zaten. Aron’ın kaydı zamanla bir pişmanlık kaydına, bir kendiyle hesaplaşmaya dönüşürken, Mark’ın kayıtları en iyi ihtimalle yarın öbür gün biri o kayıtları bulup dünyaya getirdiğinde bir televizyon kanalına “Mars’ta Hayatta Kalmanın 1001 Yolu” gibi bir isimle bir reality show olarak satılabilir. Aron’ın kayıtları tamamen bir karakter olarak Aron’ın kurtulma arzusuna, günahlarına ve pişmanlıklarına dairken Mark’ın kayıtlarında buna benzer insani bir şeylere rastlamak mümkün değil. Bu durumu yine bambaşka bir ‘hayatta kalma filmi’ olan J.C. Chandor’un Sona Doğru’su ile kıyasladığımızda durumun vehametini daha iyi kavramak mümkün. Sona Doğru’nun okyanusun ortasında bir başına kalan ve film boyunca neredeyse tek bir kelime bile etmeyen Yaşlı Adam’ı hakkında bile Mark hakkında bildiklerimizden çok daha fazlasını biliyoruz. Hiç konuşmamasına rağmen o bile biz izleyiciler için; susmak nedir bilmeyen Mark’tan daha gerçek, daha üç boyutlu.
Marslı’nın bir reality show havasına sahip olduğu ve işin bilimsel tarafını ele alırken doğru dürüst bir karakterizasyonu ve sinemasal anlatının gerekliliklerini ihmal ettiği bir gerçek. Zaten filmin final sekansındaki kurtarma operasyonunu herkesin kalabalık gruplar halinde heyecanla evinden ya da meydanlardan izlediği anlar, tıpkı kitlelerin heyecanla takip ettiği popüler televizyon şovlarını izlerken dünyalarının durmasını andırıyor. Yine filmin final sekansında, Mark, Yerçekimi’nin Ryan’ı ile benzer bir şekilde uzay boşluğunda tutanacak bir şeyler arıyor. Fakat uzaya gitmeden bir trafik kazasında kızını kaybeden Ryan’ın dünyaya dönmek için geçerli bir sebebi, bir motivasyonu varken ve ‘boşluğa tutunmak’ onun için anlam taşıyorken, Mark’ın tutunmak için bir şeyler arandığı boşluk hakikaten bir ‘boşluğa’ dönüşüyor Marslı’da. Bir hikaye boşluğuna, bir anlam boşluğuna…